Sign up with your email address to be the first to know about new products, VIP offers, blog features & more.

Bu patronlar şirketleri babalarının malı sanıyor!

Türkiye Etik ve İtibar Derneği’nin üç ayda bir yayımlanan IN Dergisine düzenli yazmaya çalışıyorum.  İlkbahar 2016 sayısı için kaleme aldığım yazının başlığı “Bu patronlar şirketleri babalarının malı sanıyor”… Yayımlanmış hali ile buradan “patronlar” düz yazı olarak aşağıdan okuyabilirsiniz.  Güzel okumalar

Salim Kadıbeşegil

 

Önde gelen holdinglerden birinin CEO’su bir gün “Bu patronlar şirketleri babalarının malı sanıyorlar. Oysa bunlar anonim. Yani herkesin…” demişti. O günden bu yana bu güzel benzetmeyi itina ile saklıyorum belleğimde.

Ben bir adım daha ileri götürüyorum meseleyi. Yer altı madenleri, su, bitki örtüsü, ormanlar, dereler, göller kısaca tabiat… Yaşamın döngüsü için gerekli ne varsa yeryüzünde şu anda nüfusu yedi milyara dayanmış olan insanlığa ait. Üretmek için bu doğal zenginlikleri kullanıyoruz. Yani doğadan borç alıyoruz. Ama nedense borcumuzu hiçbir zaman geri ödemeye yanaşmıyoruz!
Adına “yaşam kalitesi” dediğimiz bir rüyaya kavuşmak için “kabusların” içinde yolculuk yapmayı tercih ediyoruz!

Sanayi devrimi ile birlikte el ve şekil değiştiren “para” günümüze işin içinden çıkmakta zorlandığımız ilişkiler yumağı ile geldi. Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğini hesaba katmazsak işlerin nasıl yönetileceği ile ilgili hissedarların (shareholder) borusu ötüyordu. Ne alınacak, ne satılacak, para nasıl kazanılacak ya da kendini katlayacak?

2015’de Türkiye’de gerçekleşen G-20 toplantısının gündemine bakarsak sistemin paraya odaklı doğurganlığı 150 yılda bizi pek de mutlu bir yere getirmemiş! Çünkü bu doğurganlık para ile birlikte; rüşvet, yolsuzluk, suiistimal kavramlarını evlendirmiş. Ahlâki değerlerimizin vicdanlarımızdan törpülenmesine kadar taşımış. Bu doğurganlık en az saydıklarımız kadar başka bir sorunu da ana yemek olarak servis etmiş; gelir dağılımındaki adaletsizlik!

Bu meseleleri kafaya takanların 1980’le birlikte şirketlerin aurasında yer almaya başlamaları hissedarların da aralarında bulunduğu bir başka ilişkiler yumağını gündeme taşıdı: “sosyal ortaklar”. (Stakeholders). Toplumun farklı kesimleri giderek yükselen sesleri ile iş dünyasına “ayar” çekmeye başladı. Medya, akademisyenler, yerel ve küresel sivil toplum kuruluşları, kanaat önderleri ve yaşamın bütününe yönelik söz sahibi olduklarını iddia eden kesimler bir anda “hiç para vermeden” şirketlerin “sosyal ortakları” oluverdiler! 1990’larla gelen bu dalga, insan hakları, iklim değişikliği, kadın ve çocuk hakları, engelliler, genetiği değiştirilmiş organizmalar, nükleer santrallar derken her alanda ses vermeye başladılar.  O kadar ki 2000’li yıllara geldiğimizde Avrupa Birliği Parlamentosu gündemine gelen her 10 konu başlığının 7’si bu kesimlerden kaynaklanıyordu.

Açıkçası, küresel ısınma ilgili bilimsel veriler, Enron gibi borsaları da süpüren şirket skandalları, Afrika’daki kuraklık ve açlık nedeniyle ölen binlerce insan, salgın hastalıklar, silah sanayinin durgun vanalarını açmak için icat edilen sıcak savaşlar sosyal ortaklar olarak tanımlanan kesimlerin görüşlerini ve varlıklarını da güçlendirmeye başladı. O kadar ki, 2000’li yıllarda şirketler; hükümetler, finansal kurumlar ve toplum için “stakeholder” raporları üretmek, dahası bu raporları bağımsız kuruluşlara denetletmek durumunda kaldı.

Yani, şirketler patronlarının babalarının malı olmaktan çıkmıştı!

Bu sürecin kırılma noktalarından biri 1999 Seattle Dünya Ticaret Örgütü toplantısı olarak tarihe geçti. Zengin ülkelerin fakir ülkeleri istismar ettiğini öne süren onbinlerce kişi Seattle sokaklarında protesto gösterileri düzenledi. Bu gösteriler daha sonra dünya liderlerinin bir araya geldiği tüm toplantılarda benzer sahnelerin yaşanmasına neden oldu. Hatta zamanın ABD Başkanı George W. Bush İngiltere’deki benzer bir toplantıya “arka kapıdan” girmek zorunda kaldı!
Yani, “sosyal ortaklar” hiç tanımadıkları, bilmedikleri insanlarla dünyayı yönettiklerini iddia eden liderlerin karşısına çıktılar. Sokaklardaki bu insanlar yan yana yürüdükleri diğer insanların dini, dili, ırkı, yaşı, mesleği veya yaşadığı coğrafya ile ilgilenmiyorlardı. Onlar için, dünyanın; küresel ısınma, açlık, yoksulluk, AIDS, salgın hastalıklar, taciz, rüşvet, yolsuzluk, suiistimal, adaletsizlik gibi başlıklarla değerlendirilebilecek konularıyla ilgili söyleyeceklerinin olması yeterliydi.

Bu gelişim bir başka kırılma noktası 2008 yılında kapitalizmin mabedi Wall Street’in işgal edilmiş olmasıydı… Burunlarından soluyordu insanlar. Şirketleri babalarının malı sanan devletlerden büyük gelirlere sahip olan bazı şirketler yüzbinlerce insanın geleceğini, umudunu çalmıştı. Yok etmişti!

Dünya liderleri farklı başlıklar altında her yıl bir araya geliyorlar. G-20 ve Davos toplantıları, NATO zirvesi, iklim değişikliği zirveleri vb. Hangi kurum ev sahipliği yapıyor olursa olsun gündemin değişmeyen başlıkları gelir adaletsizliği, yoksulluk, iklim değişikliği ve bunlara bağlı sorunlar. Ürettikleri çözümlerin sonuçlarına bir göz atalım.

Gelir dağılımındaki uçurum o kadar açıldı ki dünyanın en zengin 62 milyarderinin serveti dünya nüfusunun yarısından fazlasının gelirinin üstüne çıktı! (Bunların sadece 9’u kadın) 2016 Davos toplantısı öncesi açıklanan Oxfam Raporu sanayi devrimi ile şirketleri babalarının malı sananların yönettiği ekonominin geldiği yeri çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor! 2010 yılında 388 zengin kişinin varlığı dünyanın yoksul kesimlerinin varlıklarının toplamına eşitmiş. Sadece 5 yıl içinde zenginlerin varlığı 500 milyar dolardan 1,7 trilyon dolara çıkmış. Üstelik bu dönem içinde dünya nüfusu 400 milyon kişi artış göstermiş.

Başta fakir ülkeler olmak üzere tüm dünyada eğitim sisteminin çağdaş bir içeriğe dönüştürülmesi için ihtiyaç duyulan para BM verilerine göre 15 milyar dolar iken vergi cenneti olarak tanımlanan adacıklarda sadece 62 kişiye ait trilyonlarca doların hesaplarda yatıyor olması çarpıcı bir örnek.
İsviçre “özel hesaplarındaki” tutar 2015 Aralık ayı itibariyle 2,3 trilyon dolar olarak raporlara geçti.[1] 2009’da Londra’da toplanan G-20 zirvesinin temalarından biri “bankacılıktaki gizliliğin sona erdirilmesi” idi. 
O tarihten sonra sadece İsviçre’de özel hesaplar %18 artış gösterdi!  Tüm vergi cennetlerinde bu artışın %25 olduğu tahmin ediliyor.
Buralara giden toplam paranın ise 7,5 trilyon doları aştığı biliniyor! Aslında adacıklardaki bu paralar resmi hesaplarda olsa en mütevazi hesapla hükümetler için 200 milyar dolarlık bir vergi kaynağı bu. Bu parayla gelir adaletsizliğini kapamak için eğitim, sağlık ve adalet alt yapısı ile ilgili yapılabilecekleri bir düşünün. Ve bunlar sadece şahıslara ait tasarruflar, işini vergi cennetlerinden yönetmeyi kurumsallaştırmış bir dünya şirket var.

Sihirli bir el %1 için çalışıyor. 2013 yılında İngiltere Başbakanı David Cameron Davos’ta, İngiltere ve Birleşik Krallığın hükümranlığı altındaki her yerde (Vergi cenneti adacıklar dahil)  şeffaflığın artırılması ve gelir dağılımındaki adaletsizliğe neden olan vergi uygulamalarından tamamen kurtulunması gerektiğini vurgulamış olmasına karşın bugüne kadar herhangi bir adım atılmış değil!

G-20 liderleri  her yıl toplanmaya devam ediyorlar. 2015’de Türkiye’de olduğu gibi. 1999 Seattle’dan bu yana alınan mesafe ortada. Rakamlar her yıl yoksul ülkeler aleyhine gelişmeler olduğunu söylüyor.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin çarpıcı bir örneği Jamie Johnson’un “%1” isimli belgesel filminde izlenebilir. Eğlendirici olan bu belgeselin ilginç tarafı bizzat %1 dünyasında var olan bir kişi tarafından bu çalışmanın üretilmesi. Jamie Johnson, Johnson&Johnson imparatorluğunu kuran kardeşlerin küçük torunu. Hani derler ya; “yedi ceddine yetecek serveti var” diye… Öyle işte. Böylesine servetin sahibi biri tarafından yapılan bu filmi izlemek gerek. Jamie Johnson masanın altına gizlenmeden kendisinin de dahil olduğu %1’i sorguluyor.

Bu yüzyıl insanlık tarihinde en az sanayi devrimi kadar çarpıcı gelişmelere gebe. Kapitalizm ve komünizm iddiaları insanlık tarihi için kısa sayılabilecek bir süre içinde raf ömürlerini doldurdular. 1990’ların başında Greenpeace ile başlayan ama 1999 Seattle sokaklarında yankılanan “protest” duruş sosyal ortakların dışında bir kavramı daha hayatımıza soktu: “shape holder” Argo tabirle “ayar” verenler.

Kasım 2015’de Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde düzenlenen İtibar Zirvesi’ne katılan Prof. Mark Kennedy sunumunda bu ifadeyi kullandı. Kennedy Amerikalı bir senatör… Ama Barack Obama ve George W. Bush’un da danışmanlığını yapmış. İtibar ve lobicilik alanlarında dünyanın önde gelen uzmanlarından biri olarak tanıtıldı. Tam o sırada üniversite öğrencileri Prof. Kennedy şahsında ABD’nin dünyadaki uygulamalarını protesto ediyorlardı! Üstüne üstlük zirvenin düzenlendiği binanın önüne de bir açık hava sergisi açmışlar ABD’nin başta Irak olmak üzere demokrasi götürmeyi vaat ettikleri uygulamaları sergiliyorlardı. Prof. Kennedy sunumunda, kendisini protesto edenleri de kapsamına alarak “shape holder” kavramını aktivistlerin gücü olarak tanımladı. Kennedy’nin çıkacak yeni kitabı da bu yaklaşımın altını çiziyor:  “Kazanmak için katılımcılık”… “ Hem işbirliğinde hem rekabette kazanmak için ne yapılmalı?”… Yeni kitabı ile ilgili diğer ipuçları arasında şunlar var:[2]

  • İş dünyasının yükselen aktivizm ruhu karşısında yeni kuralları benimsemeli
  • Aktivizm, ticari ilişkilerin gidişatı ile ilgili siyasetin içine nüfuz ediyor, bu dikkatlerden kaçmamalı
  • Başkalarının (toplumun) görüşlerini ve düşüncelerini anlamaya ve okumaya gayret edilmeli
  • İş dünyasının sorgulandığı konular belki de yeni iş hedefleri olabilir, bunlara da bakılmalı

Özetle Prof. Kennedy de vurguluyor ki “Shape holder’lar” da patronlara o şirketlerin babalarının malı olmadığını söylüyorlar…

Yıl sonunun “akraba” kavramlar arasındaki son sürprizi Ethical Corporation’ı kurduktan sonra Innovation Forum’un temellerini atan Toby Webb’den geldi. “Smallholders” [3] tam da Prof. Kennedy’nin bıraktığı yerden devam edilesi bir yaklaşıma işaret ediyor. Toby Webb: “Markalar sürdürülebilirlik konusunda küçük çitçilere nasıl yardım edebilirler?” Aynen Prof. Kennedy’nin dediği gibi, rekabette kazanmak için “işbirliği” alanlarını tanımlamak. Ama Webb bir adım daha ileri gidiyor ve adresi de veriyor: “sürdürülebilirlik” için. Yani, işbirliğinin ticari ucunun sosyal ve çevresel alanları da kapsamasını vurguluyor!

22-23 Mart 2016 tarihlerinde Londra’da “Smallholder farmers forum” kapsamında bu konuyu değerlendireceklerini belirtiyor Webb.

Hepsini bir araya topladığımızda “shareholder” ın anlamını yitirdiği ya da “smallholder”a uzanamayan “shareholder” elinin yeni dünya düzeninde koltuk sahibi olamayacağını iddia edebiliriz. Küresel ölçekte fakir ülkeler aleyhine açılmış olan gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesi zaten söz konusu olamayacak. Ama en azından “yaşayabilecek” bir gelir düzeyine erişmelerini beklemek çok da büyük bir beklenti değil. Bir de bunun ucunda, sürdürülebilirlik kapsamında ön planda tutulan kavramların ışığında bu iş birliğinin gerçekleşmesi aslında gelişmiş ülkelerin kendi geleceklerini güvence altına almaları açısından önemli. Tersine bir durum ”shapeholder” ların gündemini oluşturur. Aktivist ruhlu bu insanlar şirketlere “ayar” vermek için her fırsatı değerlendirmekten kaçınmıyorlar. Özellikle de anonim şirketleri babalarının malı sanan patronlara!

[1] http://www.alternet.org/books/how-much-money-does-1-have-hidden-tax-havens

[2] http://www.markkennedy.com/biography.html

[3] http://sustainablesmartbusiness.com/2015/12/how-can-brands-help-smallholder-farmers-be-sustainable/

Henüz yorum yok.

Ne düşünüyorsun?

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir