Sign up with your email address to be the first to know about new products, VIP offers, blog features & more.

Yazı ve Bellek

 

Blogda bu kez Prof.Dr. İsmail Gezgin’i misafir ediyorum. Bir entelektüel zenginlik abidesi olmasının yanı sıra bu zenginliği paylaşmak konusunda oldukça cömert  olduğunu belirtmeliyim. Eşi, yazar Deniz Gezgin’le Alaçatı’ta yaşıyor olmasının faydaları tabii saymakla bitmiyor. (Deniz Gezgin’in kitaplarından Bitki Mitosları ve romanı Ahraz’ı özellikle okumanızı öneririm) İsmail Hocanın aşağıdaki yazısında benim yorumumla müthiş bir bilgi toplumu eleştirisi var. Ama şiddetle youtube söyleşilerini ve blogunu radarlarınız içine almanızı tavsiye ederim. Çok sayıda yayımlanmış kitabının zaten kütüphanenizin ön sıralarında durması gerektiğini söylemiyorum bile. Hiç bir şey yapmazsanız instagramda takibe alın ve önerdiği kitap + filmleri bir kenara not edin.

Yazı ve Bellek

Antik Yunan kültürü için bilme hatırlamadır. Bir birikimin-deneyimin hatırlanması, geriye doğru zihinsel bir yolculuk anlamına gelir. Kültürün, geleneğin ve iktidarın başka zamanlara ve insanlara taşınabilmesi hatırlamayla mümkündür. Hatıraların geri getirilmesi, geçmişte kalanların günümüze taşınması, tek tek meydana gelen deneyimlerin birikime dönüşmesi, hatırlama eylemiyle gerçekleşir. Ve hatırlamayı birlikte yaşamaya yazgılı insanın vazgeçilmez, yaşamsal edimi olarak kabul edebiliriz. Yunan mitolojisinin önemli karakterlerinden birisi olan Mnemosyne’nin ilksel varlığı bu ihtiyacın önemini ortaya koymaya yeterlidir. Yerin (Gaia) ve Gök’ün (Uranos) kızı; gökyüzü ve yeryüzü arasındaki tüm yaşananların hafızaya alınmasıyla görevli titanın ismidir Mnemosyne. Zeus’un, tanrılar katının iktidarını elinde tutabilmek ve kendisine saygı gösterecek insanları yaratabilmek için ilk yaptığı şeylerden birisi Mnemosyne ile aşk yaşamak olmuştu. Bu aşk, güç ile hafızanın birliğiydi. Zeus, iktidarını, bilgiyle, hafızayla donatmak istiyordu. Birlikte geçirdikleri dokuz geceden Mnemosyne dokuz kız çocuğu dünyaya getirmişti. Bu çocuklar, dili olmayan birikimin dili olacak, deneyimi, hatıraları, göksel yaratımı insanlara aktaracaklardı.

Calliope: Epik şiir

Clio: Tarih

Erato: Aşk şiiri

Euterpe: Müzik

Melpomene: Tragedya

Polyhymnia: İlahi

Terpsikhore: Dans

Thalia: Komedi

Urania: Astronomi

Hakikate giden yolda rehberlik edecek, kadim bilginin unutulmasını engelleyerek insanlara sürekli olarak hatırlatacaklardı; çünkü bilgi hatırlamaktı. Kültürün devamlılığı, geleceğe umutlu bakış, ancak hatırlamanın ardından mümkündü. Hatırlamak, zaman yolculuğunda nereden gelip nereye gidildiğinin farkında olunmasını sağlayacaktı. Odysseus’un adamları Lotus Yiyenler Adası’na düştüklerinde kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini unutmuşlardı. Bu kadim kültür ve sonradan gelen tüm toplumlar unutmanın vahametine odaklanmış, hatırlamayı tanrısal bir lütuf haline getirmişlerdi. Hep ileriye bakan ilerlemeci dünyanın gelecek tasavvuru için hatırlamak elzemdi. Bu nedenle kendi varlığını sonsuza dek ileri taşımak isteyen Zeus’un aşklarından biri hatırlayışa olmuştu. Uygarlığın meşruiyetine inanmış tüm kültürler için, doğru olan, hakikat olan bilgi önceki insanlar tarafından oluşturulmuş hafızanın içindedir; insanın geçmişin birikimine sahip olmak istemesinin nedeni budur.

Yazı

Mnemosyne’nin Zeus’tan olan kızları hafızadakilerin dolaşıma girmesini sağlayacak esin perileri (Mousalar) idi. Hafızayı söze, sanata, performansa yükleyip çoğaltmak, yaymak onların göreviydi. Bu anlamıyla logos ilkseldi; her şeyden önce vardı. Tanrısal hafızadaki göksel sözleri yeryüzüne indirmek, sözün erbabınca yeniden üretilmelerini sağlamak esin perilerinin kutsal görevleriydi. Herkesin hakikati ezbere bilmesi kendi hafızasına nakşetmesi ancak bu aracı melekler sayesinde gerçekleşebilirdi. Bu haliyle logos canlı bir varlıktır ve birileri tarafından dünyaya getirilmiştir; bir hayatı vardır. Mousalar vasıtasıyla üreyeceği mecraları kolaylıkla bulup çoğalabilir. Platon logoszôon olarak tanımlar, o bir hayvandır ve physise aittir.

Platon, Phaidros adlı eserinde Mısır kültüründe yazının nasıl bulunduğuna dair bir miti Sokrates’in ağzından şöyle nakleder:

SOKRATES: “Sana eskilerden duyduğum bir şeyi anlatacağım; hem hakikati bilenler de onlardır. Zaten biz hakikati kendi kendimize bulabilseydik, insanların ne düşündüklerini hiç önemser miydik?

PHAİDROS: Ne anlamsız bir soru sordun öyle! Sen şu duydum dediğin şeyi anlat hele.

SOKRATES: İşittiğime göre, Mısır’da Naukratis yakınlarında, o yerin eski tanrılarından biri yaşardı ve bu tanrının kutsal kuşuna ise İbis denirdi. Tanrının kendi ise adı Theuth idi. Bu tanrı sayıları, aritmetiği, geometriyi ve astronomiyi, ayrıca dama ve zarı, en önemlisi de harfleri bulmuştu. O zamanlarda bütün Mısır’ın hükümdarı Thamos’tu ve ülkenin yukarı kesiminde, Hellenlerin Mısır Thebai’si diye adlandırdıkları ve tanrısına da Ammon dedikleri büyük bir şehirde yaşıyordu. Bir gün, Theuth onun yanına gitti ve sanatlarını sundu; bunları Mısırlılara öğretmek gerektiğini söyledi. Beriki ise her birinin ne yarar sağladığını sordu. Theuth ayrı ayrı açıkladıkça o kimisini güzel bulduğunu, kimisini de güzel bulmadığını söylüyor; böylelikle bazılarını yerip bazılarını övüyordu. Sanatların her birini gösterirken, Thamos’un Theuth’a hem övgü hem de yergi olarak pek çok şey dediği söylenir ama bunların hepsinden söz etmek epeyi vakit ister. Harflere geldiklerindeyse, ‘Ey Hükümdar, dedi Theuth, ‘bu öğreti, Mısırlıları daha bilge ve hafızalarını daha güçlü kılacaktır. Hafızanın ve bilgeliğin ilacını buldum.’ Hükümdar ise şöyle karşılık verdi: ‘Ey ustaların ustası Theuth! Kimisi sanatları doğurma yetisine sahipken, kimisi de onların kullanıcılarına zarar mı yoksa yarar mı vereceğini belirleme yetisine sahiptir. Şimdi sen harflerin babası, iyi niyetinden ötürü, onların yapabileceği şeyin tam aksini söylüyorsun. Çünkü bu, kullanmayı öğrenenlerin ruhlarına hafıza tembelliği verir; artık kendilerine ait olmayan yazı işaretlerine güvenerek, içlerinde bulunan kendilerine ait hafızayı kullanmayı hepten unuturlar. Bu nedenle sen, hafızanın değil hatırlamanın ilacını bulmuşsun. Öğrencilerine bilgeliğin hakikatini değil, görüntüsünü sunuyorsun. Onlar senin sayende, bir yol göstericileri olmaksızın bu kadar çok şeyi öğrenince kendilerini bilgili sanacak, fakat bilge olmayıp da bilgeymiş gibi göründükleri için, pek çok konuda cahil ve geçimsiz kişiler olup çıkacaklar” (Platon, Phaidros, 274c-275b).

Bu çarpıcı diyaloğun baş kahramanları Mısır tanrıları Thoth ve Amon’dur. Her şeyin tanrılardan geldiğine inanan Mısır halkı için, iyi olacağını düşündüğü bütün keşiflerini onay ve övgü almak üzere Kral Tanrı Amon’a sunan Thoth, logosun en eski sahibi ve sözün efendisinden beklediği ilgiyi görmemişti. Yunan dilinde hem deva hem de zehir anlamlarına gelen pharmakonun (ilaç) olumsuz anlamı üzerinde duran Amon, yazının Thoth’un beklediğinin tersine Mısır halkının belleğini tamamen zayıflatacağına dem vurarak onun bu icadını onaylamamıştı. Mısır halkı aklında tutması gereken sözleri yazıya geçirerek hafızalarından çıkaracakları için belleklerini kaybedecekler ve pharmakonun zehir anlamı onları zehirleyecekti. Akıllarında tutmaları gereken sözleri, bilgileri bedene yabancı ve dışsal olan yazıya yüklemek, insan açısından olumlu olamazdı.

Söz insanın kendisinden, içinden bir parçaydı ve söyleyenin sese yüklediği bir hakikat üretimiydi. Söyleyenin sesini, duygusunu, tınısını taşırdı. Oysaki yazı, dışsal bir şeydi; sesin ortadan kalktığı sözün öksüzleştiği bir sabitlik alanı. Yazı yazmak, düşünceyi/bilgiyi kağıda aktarmak insan zihninin dışında bağımsız bir bellek oluşturmaktı. Ve yazı, okuyan olmadığı sürece harekete geçmeyen ve hiçbir şey hatırlamayan bir harfler yığınıdır. Yazıya dönüşen söz, bağımsızlaşmış,  sarf edeni kastre edip söyleyenden ve yazandan bağımsız bir aktör haline dönüşmüştür. Böylece yazıyı okuyan, o sözü yazan ve söyleyen ölü olduğu için hiçbir zaman yazanın yazdığını okuyamayacaktır. Yani yazanın yazdığı metinle okuyucunun okuduğu metin aynı metin değildir. Bu anlamda Amon’un söylediği gibi yazı hakikatten uzaklaşacak, hakikate benzer bir şeye dönüşecekti. Tanrısal logos, sesini yitirecek, söyleyenden bağımsız, hakikatten uzak bir metin olup çıkacaktı. Thamos/Amon, geleceği görmüştü; yazı, tanrısal hakikati yüklenmiş olan sözün, bağlamından ve sahibinden kopmuş halifesi, harflerle temsiliydi. Sese yüklenmiş sözlerin duymak yoluyla kulaktan içeri alınmasıyla bedene taşınan hakikat, yazıyla beden dışında kalacak, insan bedeni ve ruhu bu hakikatten bihaber olacaktı. Hakikat ve beden ilişkisinin sonu yazıyla gelecekti.

Öte yandan Platon yazıyla karşılaştırdığı pharmakonun/ilacın da yazı gibi bedene ait olmadığına, dışarıdan bir müdahale anlamına geldiğine işaret eder. Hastalığın doğal seyrinde yaşanmasının beden için en doğru davranış olacağı düşünülerek bedene bir destek gibi alınan pharmakonun, dışarıdan içeriye sokulmuş bir Troia Atı olduğu ortadadır. İyi niyetle alınmasına karşın, bedenin kendi mücadele yeteneklerini kastre eden bir düşmana dönüşmüştür pharmakon, aynen zihinsel hafızayı olumsuz etkileyecek olan yazı gibi. Elbette bir de bildiklerini bu yazılı belgelerle bedeninin dışında taşıyan, kendisini bilgin zanneden sahte bilgeler meselesi vardı. Bilmesi gerekeni, geçmişin birikimini, insanlığın anılarını, deneyimlerini, ezberinde, aklında, zihninde tutmakla yükümlü olan bu insanlar, zihnini kağıda boşaltacak, kütüphaneyle bilgiçlik taslayacaktı. Amon bu tehlikeyi de görmüştü.

Platon bir başka diyaloğu olan Timaios’da yazıyı Mısırlılar kadar eskilerden itibaren kullanmayan Yunan halkına müjdeyi verir: “Siz diğerleri, Yunanlar, siz her zaman çocuk kalacaksınız. Bir Yunan hiç bir zaman yaşlanmaz, oysaki Mısır’da her şey eskiçağlardan bu yana yazılmıştır.” Ona göre, yazıya geç başlayan, belleği genç kalan Yunan halkıydı. Zaman yazıyı hayatın değişmez bir parçası haline getirmiş olan Mısır’a acımasız davranıyor, onların zihnini unutkanlaştırarak ihtiyarlatıyordu.

Öte yandan Sokrates’in de yazıya olumlu yaklaşmadığı bilinmektedir. Ünlü düşünür için yazı, bir sahtekar, üvey evlat ve hatta haindi. Bu yüzden de antikçağın bu önemli düşünürü hiç bir eserini kaleme almamış, düşünceyi ve hakikati sözün dışına taşımamıştı. Platon’un da ancak hocası öldükten sonra yazmaya başladığı şeklinde yorumlar bulunmaktadır.

Fransız mahkemelerinde jüri üyeleri için hazırlanan kitapçıklarda, mahkeme salonundaki savunmanın yazılı değil sözlü yapılması konusunda kesin hükümler bulunmaktadır. Buna göre, tartışmalar sözlü yapılmak zorundadır. Bu kural mahkemenin kanaatini, yalnızca mahkemede sözlü ve çelişkili bir tartışmanın neticesinde oluşturabileceği anlayışına dayanmaktadır. Yazılı belgeler, savunmalar ve kanıtlar her zaman ikincil konumdadır. Çünkü yazının sakladığı ayrıntılar, sesin üzerinde yolculuk yapan sözde yakalanabilir. Hakikat bu nedenle de sözdedir. Çünkü ses canlıdır ve yazı ölüdür. Bu yüzden ibadetlerin en coşkulu ve etkilileri de sözle yapılandır. Dualar, ilahiler sesin ve sözün kullanımını gerektirirler. Yazılı belgelerdeki kutsal sözler kendilerini ifade eden bir ses/söz olmadığı sürece yeterince etkin değildirler; uykudadırlar. Yazılı olan, zamanın bir yerinde donmuş kalmış olandır; bir noktadır ve ancak tarihin belli bir dönemine ait bir belge olabilir. Canlılığını yitirmiş, zamanın gerisinde kalmıştır. Bu nedenledir ki “reform” belli aralıklarla yazı üzerindeki güncellemelerdir ve kaçınılmazdır. Özellikle hakikati içerdiği iddiasındaki yazılar/metinler zaman çizgisi içerisinde dönüşme, değişme, uyum sağlama yeteneklerini yitirmişlerdir.

Bellek

Yazının insan yaşamına girmesinin üzerinden 5000 yıldan fazla zaman geçti. Bu, uygarlık sürecinin en hızla ilerlediği bir beş bin yıldı; insanlık kentler kurmuş, deniz aşırı ticarete başlamış, sınırlar çizmiş, sınıflı toplumsal yapının inşası gerçekleşmişti. İlerlemeci ve Aydınlanmacı ideolojiye göre, insan en yüksek medeniyet seviyesine ulaşmış, tür olarak en büyük bilgi birikimi ve toplumsal hafızaya sahip olmuştu. Gerçekten de bu bilgi birikimi çok etkileyicidir. Ancak birey olarak modern insan, kendisinden 4 milyon yıl daha önce yaşamış bir Australopithekus bireyinin bildiğinin yarısını bile bilmemektedir. Çünkü bilimin ve teknolojinin ilerleme olarak insanın önüne sunduğu kültür, insanın doğaya karşı savaşına dönüşmüş ve kendine yabancılaşan bir insan türü ortaya çıkmıştır. Doğadaki diğer canlılardan farklı olarak bedenine yatırım yapmaktan vazgeçen modern insan (Homo Sapiens Sapiens), doğaya yabancılaşmış, belleğindeki insanlığın ortak deneyimlerini, bilgilerini terk etmiş, kültürün batmaya mahkum gemisine binmişti. Ve Sokrates’in örneğindeki gibi yazı insan belleğine vurulan en büyük darbelerden birisiydi. Belleğini kağıda, kitaba boşaltan insan, geçmişini de reddetmişti.

Son zamanlarda hızla hayatımıza giren dijital teknoloji, insan belleğine vurulan son darbe gibi görünmekte. Eskiden her aradığını ansiklopedilerde bulan insan şimdilerde bilgisayar ve dijital teknolojiye başvuruyor. Özellikle cep telefonları insan belleğinin bir alternatifini oluşturmuş harici bir hard disk gibi fonksiyon üstlenmiştir. Günümüzün doğasına ve doğaya yabancılaşmış insanı, her şeyi elindeki bu harici yapay bellekte bulabileceği inancıyla, oradan aldığı komutla alet kullanan, dijital talimatları harfiyen yerine getiren bir robota dönüştü. İnsan belleğine faydası olması için üretilen dijital bellekler, Platon’un pharmakonu misali, ilaç değil bir zehir olup insanın belleğini tahrip etti.

Özet Kaynakça

J.DerridaPlaton’un Eczanesi, çev. Zeynep Direk, Pinhan Yayınları, 2014.

M.DolarSahibinin Sesi: Psikanaliz ve Ses. Çev.Barış Engin Aksoy, Metis, 2013

PlatonPhaidros ya da Güzellik Üzerine, çev. Birdal Akar, Bilgesu Yayınları.

Henüz yorum yok.

Ne düşünüyorsun?

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir