Halkla ilişkiler ve Kriz iletişimi… SALİM KADIBEŞEGİL / 2001

Hiç bir şey eskisi gibi değil!

I. ŞOK, ŞAŞKINLIK, SAĞDUYU VEYA KRİZ

  • Marmara depreminin öğrettikleri
  • Her tarafımız zaten kriz dolu
  • Krizin felsefesi
  • Krizin faturası

II. KRİZ YÖNETİMİ

  • Kriz yönetimi ve iletişimi
  • Kriz senaryolarının oluşturulması
  • Kriz planlarının hazırlanması
  • Kriz komitesi, nedir, nasıl çalışır?
  • Krizin kapsama alanı ve sosyal ortaklar
  • Krizin evreleri
  • Arşiv ve dökümantasyon
  • Kriz yönetimi için “reçeteler”

III. KRİZ İLETİŞİMİ

  • İletişim: Kritik başarı faktörü
  • Kriz iletişimi yönetimi
  • Binlerce sözcü yaratabilir miyiz?
  • Medya; yanımızda mı, karşımızda mı?
  • www.kriz.com veya www.zehir-panzehir.com

IV. KRİZLERLE BİRLİKTE YAŞAMAK

  • Krizin göbeğinde ne yapacağız?
  • Kriz bitti, hadi işimize bakalım!

V. SONUÇ
VI. YARARLI BİLGİLER
VII. KAYNAKÇA VE NOTLAR
VIII. DİĞER KAYNAKLAR

ÖNSÖZ
Enformasyon teknolojilerindeki başdöndürücü gelişmeler bilginin dönüşüm hızını sayısını bilemediğimiz birimlere katladı. Bilginin dönüşümü insanlık için bir yandan, çağlar boyunca olduğu gibi, yararlar getirirken, bir yandan da “evdeki hesabın çarşıya uymadığı” sonuçlarla bizi buluşturdu. Krizler, bilginin dönüşüm hızından nasibini alan olaylar oldu. Her bir kriz, bilgi çarkının dönüşündeki dişlilerden birin ya da bir kaçının kırılması gibi günlük hayatımıza düşüverdi. Kimileri için inci gibi dişler arasında olmayan bir diş, kimileri için ise diş hekiminin tedavisine muhtaç bir acılı bakışı yansıttı.
Türkiye gibi, olağan dönemlerden çok kriz ve bunalımla dolu geçen günleri yaşamaya alışkın toplumlar için “kriz yönetimi” çok fazla bir anlam taşımıyor olabilir! Çünkü, zaten “bir yolu” bulunup, yaşam sürdürülebiliyor. Sorduğunuz zaman da bu bulunan “yol” kriz yönetimi oluyor. Siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın neden olduğu ortamlarda, bu istikrarsızlığı “çarpan etkilerle” üzerlerinde hisseden şirketler ve yöneticiler içinde bulundukları duruma göre “pozisyon” almanın adını “kriz yönetimi” olarak da adlandırabilirler.
Borsanın inişi, çıkışı, doların yükselme eğilimi, IMF’ın ne dediği, enflasyonun ne olacağı her bir “adımımızı” etkiliyor. Yine siyasi ilişkilere paralel, komşu ülkelerle Türkiye’nin alıp veremedikleri, Avrupa Birliği süreçlerinde baş gösteren tıkanıklıklar, kamuoyu araştırmalarında beliren toplumsal göstergeler, içinde bulunduğumuz durumda nasıl bir “duruş” içinde olmamız gerektiği ile ilgili temel verileri oluşturuyor.

Aslında, biraz dünya coğrafyasının farklı bölgelerinde gezinti yapsak, her ülkenin kendi içinde “kriz” ile anılması söz konusu olabilecek ekonomik ve siyasi oluşumlarının var olduğunu görebiliriz. Avrupa Birliği ülkelerinin ulusal paralarını terk edip Euro’ya geçiyor olmaları, siyasi tartışmalardan, yastık altı yerel paraların nasıl ekonomiye entegre edileceğine kadar bir dizi sorunu gündemlerine taşıyor. ABD’de durgunluğun yanı sıra, ülkenin kendini bir anda binlerce kilometre uzakta bir savaşın içinde bulması, terör saldırılarının yansıra, biyolojik silahların kurbanı haline gelmesi bütün gündemleri zaten başlı başına alt üst eden gelişmeler.
Uzakdoğu ve güney Asya ülkelerinde ise siyasi ve ekonomik sorunlar zaten uzunca bir süredir sadece o ülkeleri değil, o ülkelerle ekonomik ilişkiler içinde olan gelişmiş ülkeleri de bir kaos ortamı içinde bulunduruyor.
Koşullar ne olursa olsun “planlı” hareket eden önünü görebiliyor gerçeğinden hareket edecek olursak, içinde yaşadığımız ortamın adının “kriz” olması, plansız, programsız bir tutum içinde olmamızı haklı gösteremez. Çünkü, kriz yaşamın gerçeğidir. Kimi zaman kendi aymazlıklarımızdan, kimi zaman ise doğanın kendi döngüsünün yansıması olarak yaşam gerçeği ile buluşturuverir bizi… Siyaset, ekonomi, kültürel değişimler, yolsuzluklar, rüşvet, savaşlar ne kadar dört bir tarafımızı sarmışsa, krizlerle birlikte yaşamayı öğrenmek bu saydıklarımız kadar yaşamın kendi içindeki doğal uzantısıdır.
Yönetim bilimi, 1900’lerin başından bu yana kriz ortamlarını derinliğine inceliyor. Sosyal bilimlerle uğraşan akademik çevrelerin en yoğun ilgi alanlarından biri “krizler”. Kriz nedir, insanoğlunun, şirketlerin, hükümetlerin krizlerle alıp veremedikleri, kaotik ortamların ne getirip götürdüğü ile ilgili çok derinliğine araştırmalar çok uzaklarımızda değil.
Günümüzde kriz yönetimi başlı başına bir uzmanlık alanı haline geldiyse, bilimsel derinlikte yaklaşık yüzyıldır sürmekte olan bu çalışmaların bir sonucudur.Çünkü, gelinen noktada görülmüştür ki, krizler “var olmakla, yok olmak arasında” bir tercihimizin dışa vurumudur! Yönetmekte olduğumuz işlerin kontrolünü “krizlere” karşın elimizde tutmanın güvencesi, bu güvenceden yoksun olanlara karşı “var olmak” konusundaki “ısrarlılığımızı” kimi zaman bir rekabet unsuru, kimi zaman finansal sonuçlar, kimi zaman siyasi zaferler, kimi zaman da toplumsal bir gücün arkamıza alınması biçiminde bize geri verecektir.
İçinde bulunduğumuz çevre nasıl tanımlanırsa tanımlansın, kriz ortamlarında, kriz yönetimi bir “güç” dengesine dönüşür. Kimileri, “krizi” yönetmeyi tercih ederler ve yönetmeyenleri kendi kriz yönetim planlarının içine hapsederler. Yani, kriz yönetiminden habersiz olanlar, ne yapacağını bilemeyenler, cesaret edemeyenler, ister istemez kriz yönetimi yapanların planlarının bir parçası olurlar!
Kriz yönetimi ile ilgili yapılan bilimsel çalışmalarda da görüleceği gibi “Krizleri iyi ve etkin yönetebilmek” kadar sonucu etkileyen önemli bir parametre bu işin “iletişim” kısmıdır. Çok disiplinli bir kriz yönetimi, çok etkili ve tutarlı kararlar alabilir, hatta uygulayabilir ama iş sonuçlarına bunların yansıması “iletişim” ile doğrudan ilintilidir. Çünkü, kriz ortamlarında oluşan algılamanın tortusu uzun yıllar belleklerden silinmez. Bu algılama tutarlı ve olumlu ise iş sonuçlarına katkısı farklı, olumsuz, silik ve yapılan işleri, alınan kararları yansıtmaktan uzak ise bu katkı daha farklı olacaktır.
İletişim, normal zamanlarda olduğu gibi, kriz ortamlarında da bu algılamanın nasıl yönetilebileceği ile ilintili bir disiplini bize sunar. Hangi ortam içinde olursak olalım, krize karşın ne yaptığımız, nasıl ayakta durduğumuz, nasıl toplumsal sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz, nasıl iyi bir “kurumsal vatandaş” olduğumuz, çalışanlarımıza, müşterilerimize karşı hangi tutarlı politikaları üretebildiğimizle ilgili oluşacak algılamanın kritik başarı faktörü, “iletişimi” ne kadar “iyi” yönettiğimizle bağlantılıdır. Bir diğer deyişle, kriz yönetiminde başarının yüzde 50’si tutarlı kararlar almak ise, kalan yüzde 50’si bu kararların iletişiminde gösterebildiğimiz beceridir.
Kriz ortamlarında “herkes bir şeyler” yapar! Herkesin elinden “bir şey” gelir. Özellikle doğal afetlerin neden olduğu krizler “dayanışmanın” en güzel örneklerini ortaya koyar. Ne var ki, bilinçsizlik, gayretkeşlik, işgüzarlık böyle ortamlarda insan canına mal olan sonuçlara neden olabilir. Ekonomik kriz ortamlarında ise aceleyle alınan kararlar, gelecek planlarından yoksun değerlendirmeler binlerce kişinin işsiz kalmasına, işletmelerin kapılarına kilit vurulmasına, uluslararası krizlere neden olabilecek ortamlara bizi taşıyabilir.
Bu yayın, kendimizi, hangi kuruluşta çalışıyor olursak olalım, hangi pozisyonda görev yapıyorsak yapalım, hangi toplumsal çevre ve kültürel değerlerin paydaşı olursak olalım, krizlere karşı kişisel duyarlanmayı ve özellikle de”kriz iletişimi” konusundaki tercihlerimizin nerelerde odaklanabileceği konusunda yol ve yön göstermeyi hedeflemektedir. “Kaş yapmak isterken göz çıkartmadan” krizlerle baş edebileceğimiz, rekabet avantajları sağlayabileceğimiz, belki de yıllardır ihmal ettiğimiz, görmezden geldiğimiz toplumsal duyarlılıklar ve değerler ile buluşabileceğimiz olgusu bu yayının satır aralarında yer almaktadır.
Dil, toplumsal uzlaşmada, barışı etkin ve kalıcı kılmakta günümüzün en değerli aracı olmuştur. Doğal ortamların kendi statik görüntüsü içinde aynı dili konuşmasına karşın birbiri ile anlaşabilmekte, ilişki yönetebilmekte oldukça ciddi sorunları bulunan insanoğlunun, kriz gibi olağanüstü durumların kendi koşullarında birbirini anlaması, ortak bir sonuca giden süreçte birlikte hareket ediyor olması yaşamsal önem taşımaktadır. Günümüzün iletişim disiplini, kriz olsun olmasın, kullandığımız dilin tonalitesi, rengi, derinliği ve çapı ile ilintili ölçümlenebilir değerleri bize verebilmektedir. Bu değerler, birbiri ile tutarlı bir şekilde ilişkilendirildiğinde, faaliyet gösterdiğimiz alanlarla ilgili somut iş sonuçlarında ne oranda bir katma değer oluşturduğunu ortaya koyabilmektedir.

Özellikle kriz ortamlarında, “doğru anlaşılmak”, “güvenilir olmak”, “toplumsal duyarlılıkları dikkate almak”, müşteri, yönetim, insan kaynakları, yatırımcı değerleri yaratmak açılarından “ölüm-kalım” meselesi haline dönüşebilmektedir. Kimi zaman tartışma ortamlarında “krizlere” “fırsat” gibi “eş anlam” yüklemeye kalkılıyor olmasının altında bu iş sonuçlarına yönelik yaklaşımlar mevcuttur. Çünkü, fırsatlar bu değerlerle buluşulabilecek bir yönetim anlayışının sergilenmesindedir.
Yayının içeriği ile ilgili başta internet ortamı olmak üzere çok sayıda kaynak incelenmiştir. İşi, özellikle kriz yönetimi olan şirketlerin, kuruluşların sayfaları derinliğine incelenmiş ve dünya örnekleri analizlerinden yararlanılmıştır. Ülkemizde de sık sık medyada ve internet ortamında karşılaştığmıız örneklerden hareket ederek yorum- analizler yapılmıştır. Dip notlar, konuya derinliğine ilgi duyanlar için kapsamlı bilgi verecek şekilde düzenlenmiştir.

GİRİŞ

Hiçbir Şey “Eskisi Gibi” Değil!

11 Eylül 2001… Yeni bir bin yılın başlangıcına bu kadar keskin bir “dönüm” noktası konmalı mıydı? Sanati devriminden, bilgi çağına geçiş bu kadar keskin bir dönemeçle mi belleklere kazınmalıydı? Yeryüzünü “bir şekli” ile paylaşan “aç-tok”, “zengin-fakir”, “gelişmiş-gelişmemiş” yediden yetmişe herkes bu kadar net mi algılanmalıydı, hiçbir şeyin “artık eskisi gibi” olmayacağını…

Bu kitapla ilgili kaynak taraması çalışmaları 1997’de başlamıştı. O yılın haziran ayında Helsinki’de halkla ilişkiler mesleği ile ilgili üç önemli toplantı gerçekleşti. Bir tanesi-ki lokomotif toplantı olarak adlandırılabilir- Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği’nin (IPRA) dört yılda bir yapılmakta olan kongresi idi. Yine aynı tarihlerde, kuruluşunun üzerinden neredeyse on yıl geçmiş olmasına karşın, yeni yeni palazlanmakta olan Uluslararası Halkla İlişkiler Danışmanlık Şirketleri Birliği’nin(ICCO) Yönetim Kurulu Toplantısı yapılmaktaydı. Aynı günlere denk gelen bir diğer toplantı ise Helsinki Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin girişimleri ile toplanan Avrupa Halkla İlişkiler Dernekleri Konfederasyonu’nun(CERP) toplantısıydı. Her üç toplantıda da uluslararası katılımcılar halkla ilişkiler mesleğinin “geleceğini” tartışmaya açmaktaydı.

Çok boyutlu tartışmalar, tebliğler, paneller birbirini izlerken, dünyada halkla ilişkiler mesleğinin büyük bir bölümünü temsil eden bu meslek örgütleri iki önemli iş yaptılar.

Birincisi, ortak bir bildiriye imza attılar. “Halkla ilişkilerde minimum kalite standartları” olarak adlandırılan ve her üç örgütün yönetim kurulları tarafından imzalanan ortak bildiri ile dünyanın dört bir köşesinde yaşanmakta olan “standartlar” karmaşasına bir orta yol bulunması konusunda herkes hemfikir olmuştu.

İkinci önemli çıkış ise, her üç örgütün bir diğerinden bağımsız olarak aynı tarihlerde gerçekleştirdiği toplantılarda gündemin birinci sırasını “ölçümleme ve değerlendirme” almaktaydı. Bir diğer ifade ise, “ne işe yaradığını” bir türlü kanıtlayamayan halkla ilişkiler mesleği, stratejik iletişimin ölçümlenebilir değerler sunduğunu ortaya koymakta idi.

Bu yaklaşım, o tarihten itibaren birçok ülkede faaliyet gösteren ve müşterilerine/üst yöneticilerine basında çıkan haberlernin reklam değeri karşılığında ne kadar etkili “halkla ilişkiler” sonuçları alındığı gösterisi içinde bulunan kimi halkla ilişkilercilerin bir başka “ekmek kapısına” yönelmelerine neden oluyordu!

Halkla İlişkilerde Dönüm Noktası

Halkla ilişkiler mesleği açısından 1920’li yıllarda çıkan Edward Bernays’ın “Kamuoyunun Kristalleştirilmesi” kitabı ne kadar önemli ve etkili bir dönüm noktası ise 1997 yılında Helsinki’de yapılan söz konusu toplantılar ve “Helsinki Deklerasyonu” adı altında yayımlanan bildiri de o kadar etkili bir dönüm noktasının işaretidir.

Çünkü, bir anlamda, halkla ilişkiler mesleğinde o tarihten itibaren “hiçbir şey eskisi gibi” olmayacaktı!.. Nitekim olmadı da… Özellikle gelişmiş ülkelerde, bu toplantıları izleyen yıllarda, halkla ilişkiler endüstrisinin gelişim hızı yüzde 20’lerin altına düşmezken, gelişmekte olan ülkelerle, orta ve doğu Avrupa pazarlarında halkla ilişkiler mesleği en gözde ve gelişen meslekler arasına girdi.

1990’ların ortalarına kadar yıllık iki milyar dolar civarında danışmanlık geliri üreten endüstri 2000’li yıllarda birlikte altı milyar dolarlık bir hacmi simgelemekteydi. Ama bu rakam ne ifade ediyordu? 1999 yılında İstanbul’da toplanan ICCO Yönetim Kurulu’nun yeni başkanı David Drobis, rakamlardaki umut verici gelişmelere karşın dünyadaki tüm halkla ilişkiler danışmanlık şirketlerinin elde ettikleri gelirin toplamının sadece Arthur Andersen’in yıllık gelirinin çok altında olduğunu belirterek “daha gidecek ne kadar uzun bir yol” olduğunun altını çizmekteydi.

Peki bu uzun yolun ara istasyonları nelerdi?

Her meslek dalında olduğu gibi “bilgi üretimi ve paylaşımı” önemli bir başlangıca işaret ediyordu.

İkincisi ise, Helsinki’de yoğunlukla üzerinde durulduğu gibi iletişimin “ölçümlenebilir” değerlerle iş yaşamının içine entegrasyonu idi…

Üçüncüsü ise “uzmanlaşmak”…

Uzmanlaşmak her bir tarafa çekilebilecek bir kavram… Özellikle ucu bucağı olmayan halkla ilişkiler mesleğinde uzmanlaşma konusunda uzun yıllardır tartışmalar sürüp gidiyor. Tıpta olduğu gibi, herkes hekim olabilir ancak her bir hekminin bilgi yoğunluğunu simgeleyen bir uzmanlık alanı vardır. Halkla ilişkiler mesleğinde de böyle bir arayış zaten vardı ve hatta birçok ülkede, “yatırımcı ilişkileri ve iletişimi” ile “lobi faaliyetleri” yapan halkla ilişkiler uzmanları kendilerini farklı konumlandırabilmek için meslekten kopmuşlar ve bu sözü edilen alanları temsil eden meslek örgütlerinin şemsiyesi altında toplanmışlardı. Bu örgütlerin ayrı tüzel kişiği, etik kuralları ve iş yapma biçimleri günümüzde de geçerlidir.

Gerek Helsinki’deki gelişmeler, gerekse de onu takip eden aylarda özellikle İngiltere ve ABD’deki mesleki oluşumlar dikkatle incelendiğinde, uzmanlaşma karmaşasının iki temel çıkış noktasında buluştuğu gözlemlenir. Bunlardan bir tanesi, sektörel uzmanlaşma.. Yani, kimileri sağlık, otomotiv, motor sporları, enformasyon teknolojileri, telekom, tekstil/moda gibi alanlarda uzmanlaşmayı tanımlamaktaydılar. Örneğin; kurum içi halkla ilişkiler, kriz iletişimi, konu ve gündem yönetimi, pazarlama içerikli halkla ilişkiler faaliyetleri, internet/intranet, yerel toplum ilişkileri, lobicilik, kamusal ilişkiler vb…

Birinci uzmanlaşma alanını tercih edenler, hala bir karmaşa yumağının içinde kendilerini kanıtlama uğraşısı içindeler. İkinci yolu tercih edenler ise, kendi iş modelleri, değer zincirleri ve bilgi üretimini dayalı çalışmalarla hizmet verdikleri kurum ve kuruluşlara “katma değerli” hizmet üretiminde birinci grupta kalmakta ısrar edenlerin çok daha ilerisine geçtiler.

Halkla İlişkiler Sözcüğü Terk mi Ediliyor?

Sözünü ettiğimiz tartışmalar ile konu öylesine bir noktaya geldi ki; 1998 yılının ekim ayında Lucern’de gerçekleşen birinci ICCO kongresinde, dünyanın ilk on halkla ilişkiler danışmanlık şirketinin en üst düzey yöneticilerinden bir kaçı, sundukları tebliğlerde, şirketlerinin adından artık “halkla ilişkiler” sözcüğünü atacaklarını ifade ettiler.

Bu yaklaşım beraberinde yine ICCO ile bir başka tartışma konusunu gündeme getirdi. Bütün danışmanlık şirketleri, verdikleri her türlü hizmet karşılığında aynı ücreti alıyorlar. Aynı insan kaynaklarını görevlendiriyor, aynı metodolojik yaklaşımları sunuyorlar… Bu doğru mu? Kurum içi iletişim stratejileri ile, kriz iletişiminin saat ücretleri aynı mı olmalı? Aynı kişiler her iki alanda da ne kadar uzman olabilirler? İdeal bir müşteri ekibi hangi uzmanlık alanlarındaki kişilerden oluşmalı? Durum böyle ise, üniversitedeki eğitimde bir farklılaşmaya gidilmeli mi?

İşte, ağırlıklı olarak kriz iletişimini içeren bu kitap, bu yaklaşımların ışığında kendilerini kriz ortamlarında iletişimi yönetmek konumunda görmek isteyen meslek mensuplarına ya da adaylarına yol göstermesi için kaleme alınmaya başlanmıştı.

17 Ağustos ve 11 Eylül… Kriz Yönetimi Yeniden Tanımlandı…

Ne var ki, iki önemli tarih bu kitabın o tarihlere kadar hazırlanmış olan içeriğini ve temasını baştan başa değiştirdi! Birinci tarih 17 Ağustos 1999, diğeri de 11 Eylül 2001…

Oluşumları ve sonrasındaki gelişmeleri ile kriz ortamlarının ve beraberindeki iletişimin yönetilmesi ile ilgili ansiklopediler genişliğinde kitaplar yazılabilecek bu iki önemli tarihe endeksli çalışmalar, özünde ve temelinde yapılan hazırlıkları çok değiştirmediyse bile yönetsel anlamdaki paradigma değişimi “hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını” hatta, “olmaması gerektiğini” gösteriyordu. Dünya tarihinin yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan 11 Eylül saldırısının ardından tanık olunan yönetimsel beceriksizlikler, böyle olaylardan bile hala ders alınmadığını ortaya koyabiliyordu. Örneğin; bir küçük ipucu; 12 Eylül 2001 tarihinde, merkezi Los Angeles’da olan şirketin genel müdürü, yıkılan ikiz kulelerdeki New York ofisi çalışanlarına gönderdiği mesajda, “Bir önceki gün tanık olunan vahim olayın herkeste derin izler bıraktığını, o ofisteki şirket çalışanları ve yakınları için de durumu böyle kabul ettiklerini” bildirirken, “New York ofis çalışanlarının ertesi gün için izinli olabileceklerini, ancak bu izinlerinin yıllık izinlerinden düşüleceğini” belirtmeyi ihmal etmiyordu!

11 Eylül dünyada, 17 Ağustos ise ülkemizde, çoluk, çocuk, yetişkin, erişkin herkesin hayata bakış açısını değiştirdi. Değerler yeniden tartışılmaya başlandı. Siyasetin yapılış biçiminden, ekonomik yaşamdaki iş yapma biçimlerine kadar her şey yeni baştan sorgulandı. Siyaset sorgulandı, liderlik sorgulandı, yardımlaşma sorgulandı ama tüm bunların ötesinde “değerler” sorgulandı. Toplumları ayakta tutan, dayanışmayı, tutarlılığı ve geleceği simgeleyen değerler ülkemizde 17 Ağustos depremi, dünyada ise 11 Eylül saldırısı ile yeni baştan tanımlandı.

Kavramsal olarak kriz olgusu da bundan nasibini aldı. “Beklenmedik olay” olarak tanımlanan kriz kavramı, “beklenen ve olması gereken bir olay” haline dönüştü. Bunun sonucunda krizleri yönetmek gerçek bir “performans” ve “beceri” olarak tanımlandı. Gerek 17 Ağustos’un gerekse de 11 Eylül’ün dünya kamuoyuna yansıttığı en önemli ortak nokta, her ikisinde de, ülkeyi yönetenlerin “gerçek krizler” karşısında ne kadar hazırlıksız oldukları idi.

Biz iletişimciler de bundan nasibimizi aldık, doğal olarak… Örneğin kriz iletişimi yönetiminin, 1990’larda olduğu gibi Tylenol, Exxon Valdez, Perrier gibi beylik örneklerin etrafında dolaşarak genç kuşaklara aktarılamayacağını öğrendik.

Şimdi yeni bir dünya, yeni bir toplum düzeni arayışı, yeni anlayışla örülmüş ilişkiler yönetimi ve bütün bu gelişmelerin ortasında “iletişim”… Ve iletişimin “var olmakla-yok olmak arasında” biçimlendirdiği “kriz yönetimi” ile kucaklaşması… Bakalım “kriz geliyorum” diyecek mi?…