Sign up with your email address to be the first to know about new products, VIP offers, blog features & more.

Heykeltraşları vergi rekortmeni olan bir ülke olsa idik…

 

2001 yılının kriz günlerinde…

O belirsizliğin tam göbeğinde yaşarken…

Bırakın bir hafta sonrasını, bir saat sonrasını bile göremediğimiz akşamlardan bir tanesinde, CNN Türk’ün canlı yayımlanan “Soru/ Cevap” programında Yavuz Baydar’ın konuğu oldum.
Konumuz kriz.. Nasıl yöneteceğiz, ne yapacağız, çıkabilecek miyiz bunun içinden derken…

Söz döndü dolaştı “vizyon” gibi sihirli bir sözcüğe geldi. “Bu ülkenin vizyonu var mıydı?” Büyüklerimiz bize nasıl bir ülke vaat ediyorlardı? Elimiz uzanabilecek mi, değebilecek miydik oraya?
Birden dökülüverdi ağzımdan;

“Heykeltıraşlarının vergi rekortmeni olduğu bir ülke…”
Belki çok “absurd” bir beklenti idi. Uçuk, kaçık, krizin girdabında boğulmuş Türkiye’nin en son düşüneceği bir fikirdi…
Ama, derler ya; “düşüncesi bile hoş”…
Çünkü, heykeltıraşları  vergi rekortmeni olmuş bir ülke, sorunlarının büyük bir kısmını aşmış bir toplum olurdu. Sadece heykel değil, tüm sanat dalları bundan nemalanırdı. Resim, seramik, plastik sanatlar, edebiyat, şiir. Hepsi…
Toplumun öncelikleri farklı olurdu. Böyle “ucube” kentlerde, mutsuzluğun kucağına oturmuş insanlar olmazdı. Sanatın eli, oturduğumuz binalardan, sokaklarımıza, meydanlarımıza, tramvayların, otobüslerin rengine, vapurların tasarımına, havaalanlarımıza, elektrik direklerimize, otobüs duraklarına kadar her şeye değmiş olurdu.

İnsanların birbiri ile ilişkisi farklı olurdu.  Dolmuş kuyruğunda kavga etmezler, neden yan baktın diye birbirlerine bıçak çekmezler, sanat galerilerinin sokağında arbede çıkmasına izin vermezlerdi.
Arkadaşının yumruk darbesi ile okul bahçesinde ölmek zorunda kalmazdı ilköğretim öğrencisi  “Mustafa”. Çünkü o sırada atölyede seramik öğrenmekle meşgul olacaktı.

Evrensel bir “duruşu” olacaktı bu ülkenin eğer heykeltıraşları vergi rekortmeni olsaydı.İlk çağlardan bu yana, toplumsal yaşamın dokusu içinde sanat, kültür ve felsefe ile yoğrulmuş bu topraklar üzerindeki  ülkenin insanlarının tüm dünyayı kıskandıracak kentlerde yaşadığına tanık olunacaktı. Milyonlarca insan, deniz-kum-güneş için değil sanatı, kültürü ve kendi ülkelerinde bulamadıkları toplumsal yaşamı ve huzuru görmek için geleceklerdi bu ülkeye. Dünyanın dört bir tarafına, kültür ve sanat sektörünün en yüksek fiyatlarından satılmış eserlerinden elde ettiği geliri ekonomisine katık edecekti. Ekonominin en önemli girdisi otomotiv ihracatı değil, kültür ve sanat ürünleri olacaktı!
Arkeolojik alanları korumak için SİT kurulları icat etmek zorunda kalmayacaktık. Zaten toplum koruyacaktı onları.
Gelişmişliğin, ilerlemenin ama hepsinden önemlisi çağdaş yaşamın tüm iliklerimize serpiştirildiği bir kültür ve sanat toplumu olacaktık “gıpta” edilen. “İtibarını, kültür ve sanatın yeşerttiği” bir ülke olarak anılacaktık insanlık tarihinde…
Mutluluğu, birbirine düşman olmanın çarelerinde değil, kültür ve sanatın satır aralarında arayan…

1989’da “kadife devrim” sonrasında Çekoslovakya’nın Devlet Başkanı seçilen ve Çeklerle, Slovakların barışçıl ayrılmalarına öncülük eden edebiyatçı yazar Vaclav Havel’in varlığını anımsadım birden…

6 Responses
  • ayça kökçü
    Ekim 3, 2010

    basit olan herşeyi zorlaştırmada üstümüze olmayan bir ülkeyiz sanırım; örnek olacak ülkeler de vardır ama vermeyi şanımıza şahsen yakıştıramıyorum…
    o kadar güzel bir örnekle betimlemişsiniz ki, keşke izleyebilseydim programı. sanat, doğa ve onları oluşturan her duygu ve oluştan uzaklaştıkça; düşünmeyi ve gerçek anlamları unutuyoruz.o zamanda girdaplarda, cevapkarı ve ne yapılabileceği belli olan işlevlerden uzaklaşıyoruz. korkular, endişeler, telaşlarla günü kurtaran işler yapıyoruz. kimse neden yapıyorum ve neye ihtiyacım var nasıl sürdürülebilir br model olur diye düşünmüyor.

    O zaman da değil heykel, var olan heykellere çirkin resimler, sözler ya da karalamalar yapıyoruz.
    Örnek vermek gerekirse;

    3 yıl önce, sene 2007 aylardan Eylül.. bir avuç heykeltıraş, mimar sinan üniv. g.s.fak. kapsamındaki bir sempozyum için fındıklı’daki sahil şeridini atölye yapıyorlar ve ortaya çıkardıkları eserler harükülade… içlerinden biri dostumdu ve onları oturup izleme şansını da yakalmıştım. eserler bitti, kısa süre sergilendi, basın doğru dürüst yer bile vermedi… aradan zaman geçti, oradaki eserlere kalemlerle karalama yapıldı ve bir pazar sabahı yeşilköy sahil şeridi yürüyüşünde bir diğerini gördüm daha feci durumdaydı…

    Bunlar işin duygusal yanı elbette… lakin merak ediyorum bir italya, bir ispanya başarmış… görmedim ama norveçte daha da ileri gitmiş… biz ülke olarak miraslarımıza bakarsak mimari ve heykel dolu… acaba mimarisi ve sanatına sahip çıkamayan bir ülke olduğumuz için mi kültür oluşturamadık???

  • Burçin Sonuçar
    Ekim 4, 2010

    Salim Bey,

    Bloğunuzdan bugün haberim oldu. Öncelikle samimiyetle yazılmış her bir kelime için kendi adıma teşekkür ediyorum. Buradan sizi ve tecrübelerinizi takip etmek bence bizler için büyük fırsat. Tabiki bugün bloğunuzu farkettiğim için de ayrıca kendi adıma üzgünüm, çünkü hayatta birşeyleri yakalamaya çalışırken bazı şeyleri kaçırmamak gerektiğini bir kez daha örneğiyle yaşamış oldum.

    Şu anki ve gelecekteki paylaşımlarınızı merakla ve ilgiyle takip edeceğimden emin olabilirsiniz. Kim bilir belki bir gün öyle bir proje ile karşınıza geliriz ki, desteğiniz ve görüşlerinizle bu ülkeye bir değer de birlikte katarız.

    Bugüne kadar yazmış olduğunuz ve bundan sonra yazacağınız herşey için şimdiden kaleminize sağlık…

  • Fatmanur Erdogan
    Ekim 4, 2010

    Selamlar Salim bey,

    Degerlerimizi yeniden gozden gecirmek, bunu yaparken cesareti elden birakmamayi denemek sanirim iyi bir baslangic olabilir.

    Elinize saglik. Salim hocamin kalemi her zamanki gibi muhtesem.

    Sevgiler,

  • Hande Eagle
    Ekim 7, 2010

    Salim Bey,

    Yazınız gerçekten çok hoş. Özellikle son cümlenizi çok beğendim. Özdemir Asaf değil miydi ‘Mutluluğun milyonları, mutsuzluğun milyarları vardır’ diyen?
    Yapmak istediğim birkaç nacizhane yorum umarım sizinle ne yönden aynı fikri paylaştığımı iletmeme yardımcı olur.
    Türkiye’deki sanat piyasasının halini hepimiz uzaktan yakından takip ediyoruz. Her sokakta bir galeri, her galerinin bir sanat danışmanı, muhasebecisi, yayın direktörü, küratoru, vesairesi var. Bu piyasa o kadar içli dışlı- içi dışı tutmayan- bir piyasa ki, bir bakmışsınız sanatın ‘s’ sini bilmeyen kişiler ortaya çıkıp sanat tarihi üzerine yorum yapıyorlar. Ardından eserleri hakkında hiç fikir sahibi olmadıkları bir ressamın, heykeltraşın ya da enstalasyon sanatçısının sergisini açıp bundan kendilerine pay çıkartıp lüks bir hayat kuruyorlar kendilerine.

    Maalesef alıcının gözünden bakıldığında Türkiye’de sanat sanat olmak için değil, genellikle süs eşyası olmak için var. Siz bir süs eşyasıyla sanat eseri arasındaki farkı hepimizden daha iyi biliyorsunuzdur. Bu nedenle Türkiye’de yaşayan bir heykeltraşın vergi rekortmeni olması neredeyse imkansız. Bizim kültürümüzde heykeltraş dediğimiz kişiler zaten oldukça az sayıda. Bizde ‘alçıcılar’ bol. Bugün bir yayınevine girin, gerek olsun yurtdışından gelen gerek olsun yurtiçinden getirilen heykel konusundaki kitapların fiyatlarına bakın. Asgari ücretle geçinen bir ailenin bireyi nasıl kalkıp da bu kitapları alır, okur? Bugün sokağa çıktığınızda etrafınızda size ilham veren kaç tane heykel görüyorsunuz? Bugün Güzel Sanatlar Fakültesi’nin heykel bölümünde okuyan kaç genç o bölümden mezun olup, heykeltraş olarak hayatını geçindirebilecek? Bugün kaç kişi heykel gördüğünde gördüğünden sonuç çıkarabiliyor?

    Sizin gibi duayenlerin sanata ilgi duymaları, bu konuları mesleklerinin içine katmaları, biraz da olsa geleceğe olan ümidimi tazeliyor. Okumaya, yazmaya, görmeye, anlatmaya devam diyorum ve teşekkür ediyorum.

  • ali levent orhun
    Ekim 11, 2010

    Sevgili Salim,

    Günlük koşturmacamızın içinde ilham verici bir yazı olmuş.
    İlham vermeye ve beynimizi tahrik etmeye devam lütfen…

    Ali Orhun

    Ne düşünüyorsun?

    E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir