Bu yazı “hesap verilebilirliğin” kaçınılmaz olarak değerler hiyerarşisinde tek başına üst sıralara tırmanmakta olduğunu vurgulamak için İç Denetim Enstitüsü’nün dönemsel yayının kış 2015 sayısı için kaleme alınmıştı.Değerler basamağında hızla “bir numaraya” çıkmakta olan “hesap verilebilirliğin” önemini vurgulayan yazı aslında, ekonomiden siyasete, toplumsal duyarlılıklardan bireysel davranışlara kadar hepimizi yakından ilgilendiriyor.
Sürdürülebilirlik yeni değerler arasında sayılıyor derken “eskimeye” başladığını hatta dürüstlük, müşteri memnuniyeti gibi 1990’ların başlarında gündemimizi işgal eden değerler gibi “hijyen” bir konuya dönüştüğünü görüyoruz.
Bizden sonraki kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmanın güncel sorumluluğu olarak değerlendirdiğimiz sürdürülebilirlik meselesi özellikle iş dünyasını yakından ilgilendiriyor. Çünkü mesele; özellikle son 130 yıldır sorumsuzluklarımızın bedeli olarak karşımıza çıkmış olan sorunlar yumağının içinden nasıl çıkabileceğimiz ile ilgili.
Sanayi devrimi ile birlikte insani gelişim olarak iki temel olgu inceden inceye altımızı oydu; bunlardan biri petrole dayalı bir gelişim güzergâhını tercih etmemiz, diğeri ise “paranın”, insana ait her şeyden çok daha değerli olması meseleleriydi.
İlki, başta çevre ve doğal yaşamla ilgili tüm dengeleri alt üst etti ve bizi solunum cihazları ile yaşamak zorunda olduğumuz bir dünyanın eşiğine getirdi, diğeri ise; insanı insan yapan temel girdiler olan ahlâkı, erdemi, dürüstlüğü ve insanca yaşamın omurgasını oluşturan her şeyi yok etti. Hatta para uğruna savaş icat etmek bir iş modeli oldu!
Şimdi sürdürülebilirlik şemsiyesi altında tamir ve onarım sürecinden geçiyoruz ama bugünlere gelmemize neden olan iki temel virüsü ortadan kaldırmadan “aspirinle” geçiştiriyormuşuz gibi geliyor, uzaktan bakıldığında.
Açıklık, şeffaflık, sorumluluk ve hesap verilebilirlik ilkeleri sürdürülebilirliğin ana göstergeleri olsa bile beklentilerimizi karşılamaktan uzak kalıyor. Bu nedenle, kavramsal olarak sürdürülebilirliğin hijyen bir faktör olduğu ancak onun içindeki kavramlardan biri olan “hesap verilebilirliğin” çok yakın bir zamanda tek başına temel değerler arasında tanımlanacağına doğru bir gidişat var.
Hesap verilebilirlik kavramı, içinde birden fazla davranış kodu barındırıyor. Yani “ben yaptım oldu” diye eski normalin güç ve iktidar uzantılı anlayışı yerini “neden böyle yaptın?” sorusunun cevabını aradığımız bir dönemdeyiz. Kamuoyu; ikna olmalı, onaylamalı ve hatta desteklemelidir. Bu davranışların karşısında bir “çıkar” olacaksa bu ancak “toplumsal çıkar” olabilmelidir.
Hesap verilebilirliğin neden diğer sürdürülebilirlik değerleri arasından sıyrılıp daha ön planda iş dünyasını meşgul edeceğine şu örnekler içinde bakabiliriz;
- Finansal ve sosyal raporlamalara şirketler neden başarısız ve “kötü performans” gösterdikleri konuları açıklık ve şeffaflık değerlerinin bir yansıması olarak yer vermiyorlar?
- Şirketler kârlılıkları ile ilgili bazı bilgileri neden “gri” alanda bırakıyorlar? Neden bu gri alanları tanımlamıyorlar?
- Anonim şirketler kavramsal olarak topluma ait tüzel kişiliklerdir. Topluma ait bu şirketler faaliyetlerinde neden toplumun temel değerlerine uygun hareket etmiyorlar?
- İnsan hakları, kadın hakları, engelliler, çocuklar, hayvanlar gibi konularda neden sadece kanunların sınırları içinde kalınıyor? Toplumun beklentilerine neden uzanılmıyor?
- Üretim için, hammadde için, işletmek için ve aklımıza gelecek yüzlerce neden için sadece “bir tane” olan dünyamızın doğal kaynaklarından on yıllardır borç alıyoruz. Neden borcumuzu geri ödemek konusunda bu kadar umarsız davranıyoruz?
Hesap verilebilirlik meselesinin önümüzdeki yıllarda hepimizi çok daha fazla meşgul edeceğinin en güzel örneklerinden birini bugünlerde yaşıyoruz; Türkiye’de yapılmasına karar verilen üç nükleer santraldan bir tanesini Japon konsorsiyumu kuruyor. Fukushima nükleer felaketinden sonra ülkedeki tüm nükleer santrallarını hiçbir elektrik kesintisi programı uygulamadan kapatan ve enerji açığını denizler üzerine kurduğu güneş santrallarından temin etmeye karar veren Japonlara neden nükleer santral yaptırıyoruz da güneşi bol ülkemizde daha avantajlı olan güneş tarlaları yaptırmıyoruz?
Almanya gibi sanayi üretimi ve ihracatını ekonominin omurgası yapmış gelişmiş ülkeler bile tüm nükleer santrallarını kapatıp yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmişken neden biz ısrar ve inatla, birinci derecede deprem kuşağı olan ülkemizde nükleer santral yapmak gibi tutkunun esiri oluyoruz?
Fukushima’nın işletmecisi TEPCO borsada hisseleri işlem gören bir şirket olmasına karşın günlerce sadece kendi toplumundan değil dünya kamuoyundan radyasyon sızıntılarını gizlemeyi tercih etti. Onlar, borsada işlem yapan yatırımcıların reaksiyonundan korkup hisse fiyatlarından düşeceğinden endişe etmiş olabilirler. Hisse değeri ve insan sağlığı arasındaki tercihleri yüzbinlerce kişinin yerinden yurdundan olması, can güvenliklerinin gelmemek üzere gitmiş olmasına neden olduysa bu noktadan sonra “hesap verseler ne olur, vermeseler ne olur?”. İşler bu noktalara geldiyse zaten kanunlar önünde hesap verilecektir.
Ama bizim ortaya koyduğumuz hesap verilebilirlik böyle bir şey değil! Bir değer olarak yaşamın içinde dokunabildiğimiz, koklayabildiğimiz, günün akışı içinde bir davranış olarak sergileyebildiğimiz hesap verilebilirlikten söz ediyoruz. O zaman işler yasalar önünde hesap vermenin çok öncesinde kendi akışında çözüm odaklı bir yaşama bizi sürükleyecektir. Hem de arkasına toplumun desteğini alarak. Güven inşâ ederek. İtibarımızı koruyarak!
İşte “hesap lütfen” dediğimizde gelen adisyonu incelediğimizde “ikna” olabilmeliyiz. Bunun yolu da hesap verilebilirliğin yükselen bir değer olarak birinci sıraya çıkarılmasından geçiyor. Çünkü, doğal olarak hesap vermeyi sevmiyoruz. Hesap sorulacak sorulardan kaçıyoruz. İşi yaparken nasıl sonuçlanacağına odaklanıyoruz, nasıl hesap vereceğimize değil!
Ne düşünüyorsun?