Sign up with your email address to be the first to know about new products, VIP offers, blog features & more.

“Şaşkınlık Çağı”

Bloguma ilgi gösterip yazı gönderen dostlarımın sayısı artıyor. Her biri mutluluğuma mutluluk katıyor. Bu kez Dr. Haluk Şahin‘i “Şaşkınlık Çağı” başlıklı yazısı ile ağırlıyorum blogumda. Sevgili Haluk hocamla 1980’li yılların başına kadar uzanan bir dostluğumuz var. Adına ilk kez The New York Times’in Editorial sayfasında İran İslam Devrimi sonrasında yer alan “Turkey is not İran” başlıklı yazısı ile denk gelmiştim. O dönemde ABD’de Cleveland’da İletişim Fakültesinde iletişim dersleri veren bir öğretim üyesi idi. Sonra Maryland Üniversitesi İletişim fakültesinde yüksek lisans programları program yöneticisi olmuştu ve daha sık konuşur olmuştuk👏 ülkemizin yetiştirdiği nadir entelektüellerden biri olması hep benim için gurur kaynağı olmuştur. Aşağıdaki yazısı yeni bir denemeler kitabının hazırlıklarından…

Şaşkınlık Çağı

İçinde bulunduğumuz döneme en uygun düşen tanımlamanın “Şaşkınlık Çağı” olduğunu düşünüyorum.

Lale Devri, La Bell Epoque, The Jazz Age gibi bir etiket olarak öneriyorum bunu.   İsterseniz 2010’da başlatıp 2020’de bitirebilirsiniz:  Şaşkınlık Onyılı!  İsterseniz daha da uzatabilirsiniz. Tam uzunluğunu ve  arkasından ne geldiğini görmemize şaşkınlığımız engel oluyor.  

Aristo, insanın “akıllı” ve “düşünen” bir  hayvan olduğunu söylemişti.  Onun , aynı zamanda, “ad koyan” biri olduğunu biliyoruz.  “Adını koymak” bir şeyi anılır ve anlaşılır hale getirmenin yollarından biri. Bize bir çerçeve sunuyor. Farklı şeyleri onun içine koyup birlikte anlamlandırmaya çalışıyoruz.  “Şaşkınlık” derken benim de amacım bu.

Terim üzerinde biraz daha odaklaşalım.  Bir dostum Şaşkınlık Çağı’nı İngilizce’ye nasıl çevireceğimi sordu:  “The Age of Bewilderment” dedim.  The Age of Confusion, Astonishment, Surprise, Befuddlemnt değil “The Age of Bewilderment.”  İçinde hayret var, afallama var, sersemleme var, açıklayamama var, neresinden tutacağını bilememe var.  Garipseme, kavrayamama, yakıştıramama haydi haydi var!

Ama  öyle bir zamanda yaşadığımızı şaşkınlık ifade eden şu türden ünlemleri sık sık kullanmamamızdan ve duymamızdan biliyoruz:

 “Hadi ya!”

“Olamaz!”

“Daha neler!”

“Yok  devenin pabucu!”

“Böyle bir şey olabilir mi?”  

“İnanmıyorum!” 

“Yuh artık!”

“Hadi canım sen de!” 

 Vb. vb.

Sonra bakıyoruz, olamaz dediğimiz şey olmuş, seçilemez dediğimiz adam seçilmiş, yuh deneceğini sandığımız şey alkışlanıyor, söylenemez dediğimiz şey ağızlarda, aşılamaz dediğimiz eşik aşılmış!

Belli ki bir şeyler değişmiş; sanki başka bir ülkeye, ya da  paralel evrene gitmiş gibiyiz.  Sap ile samanı, ip ile sapı birbirinden ayıramıyoruz.

Eskiden, ahir zamanda olduğumuzu ve kıyametin yaklaştığını ilan etmek üzere “Alametler belirdi!”  derlerdi ya, öyle zamanlardayız. Alametler belirdi, şaşkınız!

Niçin böyle oldu? Neredeyiz? 

Kanımca, insanlık son çeyrek yüzyılda yaşadığı derin teknolojik ve sosyolojik değişimler sonucu niteliksel bir dönüşüm evresine geldi. Alametler bunun alametleri.  Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissediyoruz, ama nasıl olacağını bilmiyoruz.  Kaybolmuşuz.  Akıllı telefonlarımıza tutunmuş,  el yordamıyla bir yerlere gitmeye çalışıyoruz.

Ama nereye?

Bu şaşkınlığı sosyal medyada şu aforizma ile dile getirmiştim:

“Dün bitmedi, ama yarın çoktan başladı. Öyleyse bugün günlerden ne?”

Sonra bunu daha da geliştirmiştim:

“Dün bitmedi, ama yarın çoktan başladı. Üstelik öbür gün kapıyı vuruyor. Bugün günlerden ne?”

Güvenilecek bir takvim yok. Eskileri de bizi yanıltıyor.

                                       ***

Uygarlık tarihine kuşbakışı baktığımızda insanlığın bir evreden ötekine geçiş sürelerinin gittikçe kısaldığını görebiliyoruz.  Bunu, değişim gittikçe hızlanıyor şeklinde de ifade edebiliriz.  Bir evreden ötekine geçişin, eski düzenin yıkılmasının ve bir yenisinin baskın hale gelmesinin çeşitli sancılarla gerçekleştiğini de biliyoruz.

Hiçbir köklü  değişim bugünden yarına olup bitmiyor. Bazı şeyler eskisi gibi kalmak için dirense de bazı şeyler hızla sele kapılıp gidiyor.

Ben bunu sinema filmlerinin kurgusunda  kullanılan “geçiş” (dissolve) tekniğine benzetiyorum. Bir sahneden ötekine ani bir kesişle geçilmiyor.  Eski imge yavaş yavaş silikleşip kaybolurken yeni imge belirginleşiyor. Kurguyu yapan  bazen  eski imgenin  gölgelerini epey bir süre ekranda tutuyor.  Hatta arada, geçişin tam ortasında, ne olduğunu anlayamadığımız tam bulanık bir bölüm olabiliyor.

Şimdi olduğu gibi.

“Dur yahu, ne oluyor?” dediğimiz bir alacakaranlık yada karacaaydınlık.

Aynı anda bir çok sahneden ötekine geçiş yapmaya çalıştığımızı düşünün.  Çok sayıda film şeridinde, onlarca geçiş aynı anda oluyor, görüntüler iç içe geçiyor ve biz hepsini görmeye çalışıyoruz.

Bence insanlık şu anda böyle bir noktada:  Ekonomide, siyasette, sosyolojide, sanayide, tarımda,  tıpta,  mimarlıkta, kültürde,  sanatta… Her yerde… Eski yapılar çökerken yenileri baş gösteriyor. Neyin çöktüğünü ve neyin yükseldiğini kısa sürede net olarak gördüğümüzü söyleyemeyiz.

Bu tarihsel dönüşümün arkasındaki büyük küreyicinin dijital teknoloji olduğu kabul ediliyor.Yıkımın hızı yüksek,  kapsamı geniş:  İçinden geçtiğimiz dönemin,  insanın sesi dondurmak için “yazı”yı geliştirdiği, ardından onu çoğaltmak için “matbaa”yı bulduğu,  sonra iletisini ışık hızıyla aktarmak için “telgraf”ı ve telsizi icat ettiği büyük dönüşümler kadar önemli olduğunu görüyoruz.. 

Dijitalleşmeyle birlikte üretim biçimimiz, iş ilişkilerimiz, tüketim alışkanlıklarımız değişiyor. Her meslek grubu bu dönüşümü  kendince yaşamakta:  Örneğin, ilk yazıları elle dizilen taşra gazetelerinde çıkan ben,  bu sürecin gazete üretim ve dağıtımının tüm aşamalarını nasıl değiştirdiğini içinden yaşadım ve bugünlere geldik!  Hala yazmaktayım:  Kağıtsız ve kalemsiz!

Doktorların, hukukçuların, mimarların, bankacıların ve ötekilerin benzer hikayeleri var.

Kol ve hayvan gücünden,  fosil yakıtlardan elde edilen enerjiye geçiş ve onun mümkün kıldığı  Sanayi Devrimi insanlığın  derinlemesine bir dönüşüm yaşamasına yol açmıştı.  Tarım toplumu tasfiye olurken yeni döneme uygun,  çok farklı  yaşam biçimleri, mekanları ve  insanları oluşmuştu.

Bugün de ona benzer şeyler oluyor.  Dijital teknoloji de sınır tanımıyor; daha önceki düzenin inşa ettiği yapıları, duvarları, katları amansızca yıkıyor. 

Kapalı küçük odalarımızdan “açık ofis”e geçmiş gibiyiz: Bir bakıyoruz ki, hepimiz aynı salondayız ve şaşkın şaşkın dolaşıyoruz.  Başımıza geleni açıklamakta zorlanıyor, bocalıyoruz.  Sersemlemiş durumdayız ve şaşkınız!

Marx, Sanayi Devrimi’nin eski düzeni yıkıp geçtiği ve her şeyin çok net göründüğü 19. Yüzyıl ortalarında”  şöyle demişti:
 “Filozoflar şimdiye kadar  dünyayı açıklamaya çalıştılar.  Oysa  yapılması gereken onu değiştirmektir.”

Bugün durum tam tersi:  Günümüzün  kafa karışıklığı bizi tüm dünyayı yeniden açıklamaya mecbur ediyor — ki onu  gerekirse yeniden değiştirebilelim.

 Sorun da orada zaten.  Her şeyin birbirine karıştığı karmaşanın içinden bu açıklamayı nasıl yapacağız?  Yeni dünyanın neresinden tutacağız? Kendi hayatlarımıza nasıl anlam yükleyeceğiz?  Bitmemiş olan dünün ölçülerine göre mi, yoksa çoktan başlamış olan yarının ölçülerine göre mi?   

Bu arada öbür gün de sürekli kapımıza vurarak kendisini hatırlatıyor.

Her on  dakikada bir akıllı telefonlarımıza baktığımız halde gün ve vakit konusunda emin değiliz.  Saat kaç?  Neredeyiz?

Kaybolmuş olmalıyız ki, herkesten bize konum göndermesini istiyoruz. Çocukluğumuzun geçtiği, gözümüzü bağlasalar kolayca bulacağımızı düşündüğümüz  eski mahalleye bile telefondaki navigatörün tarifiyle gitmeye çalışıyoruz.

                                               ***

Şu anda yaşanan dönüşüm aslında ilk bakışta göründüğünden daha derin derken, iletişim filozofu diyebileceğimiz  Marshall McLuhan’ın  20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında çok tartışılmış görüşlerini hatırlamanın yararlı olacağını düşünüyorum.

McLuhan iletişim teknolojilerindeki dönüşümlerin  ciddi sosyo-psikolojik sonuçları olduğunu savunuyordu   McLuhan’a göre  iletişim araçları bizim duyularımızın ve  organlarımızın  uzantısıydı:  Örneğin,  kitap gözlerimizin, pikap kulağımızın, televizyon beynimizin uzantısıydı,  yani bir bakıma onun yaptığı işi yapıyordu.  Bir mecranın hakimiyetinden bir ötekine geçildiğinde yalnızca yaptığımız şeyler değil,  dünyayı algılama biçimlerimiz de değişiyordu.

Örneğin, sözel iletişimdem yazılı iletişime geçilince kulağın egemenliği yerini göze bırakmıştı. Matbaa sayesinde kitap ucuzlayıp herkes kitap okuru olabilince, yani “okuryazar toplum” oluşunca,  insanların algılama ve muhakeme tarzı etkilenmişti.  McLuhan’a göre, “birey”in ortaya  çıkışında,  milliyetçiliğin yükselmesinde,  sanayide seri üretimin uygulanmasında  bu duyusal oran değişimin payı vardı.  Okuryazar insanlar dünyayı alıştıkları gibi, yani kitap gibi okuyorlardı.  Okuryazar bir toplumla ümmi toplum arasındaki tek fark okuyan toplumun daha bilgili olması değildi.  Kitapla haşır neşir bir toplumun  mimarisinin, trafik düzeninin, alışveriş biçimlerinin çok farklı olması kaçınılmazdı. 

Aynı şekilde,  kitap okuryazarlığının belirleyici olduğu Gütenberg Çağı’ndan televizyonun belirleyici olduğu “elektrik” dönemine geçilince estetik duyarlıklar, siyasal tepki biçimleri ve bireysel anlam arayışları farklılaşmış, adeta bambaşka  insanlar ortaya çıkmıştı. “Küresel Köy”ün  sakinleriydi onlar.  TV cihazının önünde “yeniden kabileleşme”yi yaşamalarının nedeni,  bireysel olarak okunan kitabın yerini  topluca  seyredilen televizyonun alması vardı McLuhan’a  göre ve bu değişim derin kuşak farklılıklarının ve çatışmaların da nedeniydi.       

McLuhan’ın izinden giderek biz de sorabiliriz:  Kapitalist rekabet ortamında, küreselleşmenin nedeni ve sonucu olarak da görülebilecek olan dijital teknoloji bizi nasıl değiştiriyor?  Onun sözcükleriyle,  nasıl “ovuyor, yoğuruyor,” biçimlendiriyor bizi?  Ne oluyor bize?  

Çok hızlı yol aldığımız için henüz bunların bir kısmını saptamaya vaktimiz olmadı.  O kadar “sürat yaptık ki”,  uzun yolculuklarda  arada bir konaklayıp geride kalmış ruhlarını  bekleyen kızılderililer gibi bekleyip iyileşmeye vakit bulamadık.  Japon mermi treni Şinkansende yol alırken hayal meyal görür gibi olduğunuz istasyonlar arasından ilerliyor ve soruyoruz: 

Burası neresi?

Çinden Peru’ya, Mağrip’ten Maşrıka, nereye bakarsak bakalım karşımıza gittikçe birbirine daha çok benzeyen insanlar çıkıyor. Dünyaya yeni inmiş bir uzaylı onları  ellerindeki  telefonun bir uzantısı sanabilir.  Tek başına görünseler de öyle değiller, bile sürekli bağlantı halindeler.  Hem burada hem başka yerdeler.  

Daha önce de değindiğim gibi, McLuhan iletişim araçlarının insan duyu organlarının uzantısı olduğunu söylemişti.  Kitap gözümüzün, gramafon  kulağımızın, televizyon ise merkezi sinir sistemimizin uzantısıydı. Hem kitap, hem radyo, hem de televizyonu olabilen akıllı telefon neyin uzantısı?  Hiç kuşkusuz, belleğimizin de uzantısı. Fotoğraflarıyla, ses kayıtlarıyla, anılarımızın uzantısı, albümü, yaşam arşivimiz.  Kimliğimizin uzantısı.  Benliğimizi uzantısı.

Hatta ruhumuzun uzantısı! 

Biri öldüğü zaman onun dijital terekesiyle ne yapılacağı bu yüzden tartışma konusu oluyor. Sosyal medya hesapları, dijital belleklerdeki notları, arşivleri ne olacak merhumun?  Onların da bir şekilde gömülmesi, yakılması, defnedilmesi gerekir mi?

Bazıları fiziken öldükten sonra sosyal medya sayfalarında yaşamaya devam ediyorlar. Hatta zaman zaman otomatik olarak mesaj gönderiyorlar.  Onların hesaplarını kapatmaya elimiz varmıyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz.

Yeni bir yerdeyiz. Ama, eski de bitmiş değil. En umulmadık yerlerde kendisini hatırlatıyor, ben hala buradayım diyor, eski alışkanlıklarla, yasaklarla, beklentilerle.  Bir an,  zaman tünelinde çok gerilere düşmüş gibi hissediyoruz. Aynı gün aynı gazetede evlendiği kadına  düğünde herkesin önünde töre gereği ağır bir tokat atan ve alkışlanan adamın haberi ile evlilik kurumuna aslında biyolojik olarak ihtiyaç kalmadığı, dünyanın erkeksiz de devam edebileceği  haberini okuyoruz!

                                         ***

Bu madalyonun bir de arka yüzü var.

Şaşkınlık Çağı bize  daha 10-15 yıl önce  havsalamıza sığmayacak sorular sorduruyor.  Ama bakıyoruz, bazı sorular da binlerce yıldır hiç değişmemiş, hep aynı kalmış.

Verilen yanıtlara baktığımızsa anlıyoruz ki,  belki de  insan  o kadar da değişmemiş!

Özellikle sanat ve edebiyat söylüyor bunu bize.  Bazı destanlara, şiirlere, öykülere, resimlere, heykellere baktığımızda görüyoruz ki insan hala aynı.  Aa, o biziz!     

Büyük şairlerin “ölümsüz” şiirlerinde bize verdikleri asıl mesaj bu!  İnsan insandır ve ona dair hiçbir şey bize yapancı değildir!

İnsan: Gözüpek ve ödlek, alçak gönüllü ve mağrur, güvenilir ve kalleş, gözü tok ve tamahkar, bağnaz  ve cüretkar, bencil ve gönlü yüce, munis ve isyankar, pinti ve eli açık, mahçup ve şöhret budalası, fedakar ve sinsi, sevgi pınarı ve nefret küpü,  kıskanç ve cömert, arayan ve yasaklayan, şen şakrak ve yalnız,  muhteşem  ve zavallı, tüm övgülere layık ve tüm lanetleri hak eden insan!   

Ve,  her şeyi bulduğuna ve bildiğine inandığı anlarda bile kafasının arkalarında,  Aristo’nun (Ve Budha’nın)   binlerce yıl önce sorduğu o soru olan:

“Yaşamın amacı nedir?  Nasıl bir ömür yaşamaya değer?”

Değişim şaşkınlığından yola çıkan bu kitaptaki denemelerde de o değişmeyen soru var.

 

3 Responses
  • Haluk Mesci
    Aralık 25, 2019

    “Dün bitmedi, ama yarın çoktan başladı. Üstelik öbür gün kapıyı vuruyor. Bugün günlerden ne?” sıkı lafmış.

  • Nukhet Vardar
    Aralık 25, 2019

    Bu yazıyı okuyunca Haluk Şahin’in yazılarını okumayı ne kadar özlediğimi fark ettim! Elinize ve aklınıza sağlık. Hala çok başım sıkıştığında Şahin’in 1980’lerde yayımladığı “Türk olmak kolay değil” adlı kitabını okurum. Yeni kitabı sabırsızlıkla bekliyorum… Çok teşekkürler.

  • Tamer,Bamyacioglu
    Ocak 1, 2020

    Artik hicbir seye sasmadan yasiyoruz,Bu yeni media (Internet,bilgisayar,cep telefonu,) günlük inputlari cok attirdi,beynimize ister istemez,cok fazla bilgi girmek istiyor,süzüp,elemek zorlasti,düzensiz,kaos,halinde….Emosyanel zekamiz geriletmek istemiyor,artik izmler de yok,felsefe bile saskinlik icinde,yapay zekayi tartisiyorlar,arkasindan gidilecek ideolojilerde kalmadi artik,gittikce daha individuel oluyoruz,narsizm,günümüzün hastaligi oldu,artik nereye gidiyoruz sorusunun cevabini kimse veremez saniyorum.

    Ne düşünüyorsun?

    E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir