Bir Aslan Burcu

Bir aslan burcuyum. Yaşamımın hiç bir döneminde çevremde hayranlıkla izlediğim bazı burç tutkunları gibi  burcumun özelliklerini bilemedim. Ama, detaylarına indikçe burcumun neredeyse tüm özelliklerini taşıdığım söylenir. 11 Ağustos 1954’de Ankara’da doğdum. Atatürk’ün yurtdışına gönderdiği ziraat mühendislerinden biri olan babamı maalesef tanıyamadım. Ben daha 3,5 yaşında iken kalp krizinden kaybetmişim. Kaybettiğimiz günü çok net hatırlıyorum ama onun dışında bir şey anımsamıyorum babamla ilgili. Çok yıllar sonra, Türkiye’de ziraatçılık adına önemli projelere imza attığını öğrendim. (Fidanlıkların kurulması gibi..)

Salim Kadıbeşegil babası Seyfettin Kadıbeşegil'in Atatürk ile çekilen resmi önünde

Babamın Atatürk ile çekilen resminin önündeyim

50’li yaşlarıma geldiğimde babamla karşılaştım! İstanbul’da Dolmabahçe’ de duvarlara asılı Atatürklü resimlerin arasında babamı Atatürk Orman Çiftliği’nde  ulu önder ile birlikte çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Hoş bir buluşma oldu benim için. Her sabah Kabataş’taki ev ofisimden bir yerlere giderken O’nunla selamlaşır, konuşurdum.

Ama bir gün Beşiktaş Belediyesi bu resimleri ışıklandırmak için indirdi ve bir süre sonra tekrar yerlerine koydu. Bütün resimler daha önceden asılı oldukları yerlere konmasına karşın babamınki yoktu! Aradık, taradık bulamadık bir türlü. Yani yine babasız kaldım!

Babamızı kaybettiğimizde annem Fahrünnisa Kadıbeşegil (www.olusumdostlari.com) henüz 30’lu yaşlarında idi. Benden 12 yaş büyük ağabeyimi ve beni tek başına yetiştirmek zorunda kaldı. Babamdan kalan emekli maaşı ile hem o zamanlar Emlak Bankası’ndan kredi ile alınmış Ankara Küçükesat’taki evimizin taksitlerini öderdi hem de bizleri okuturdu.

Salim Kadıbeşegil annesi Fahrünnisa Hanım, babası Seyfettin Bey ve ağabeyi Ahmet ile

Ben, annem Fahrünnisa Hanım, babam Seyfettin Bey ve ağabeyim Ahmet

Annemin tercihi doğrultusunda ilk, orta ve lise hayatım kolejlerde ama hep yatılı okullarda  geçti. Özellikle Özel Bursa Koleji’nde 7 yıl boyunca “istemeden” okumak zorunda kalışım benim üzerimde olumsuz etki bırakmıştı.

İyi okullarda yetersiz eğitim

İyi bir eğitim aldığım söylenemez. Üniversiteyi bitirdiğim dönemde, dünya ve Türk klasiklerini okumamış, yaşamın felsefe ve sosyolojik kurgusunu yapmamış bir insanın iyi bir eğitim almadığı iddia edilirse sanırım  o “benim”. Özellikle üniversite eğitimim “boşa harcanmış dört yıla bedeldi” desem hiç abartmamış olurum.Çünkü, adı Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu olan bir yüksek öğrenim kurumunda dört yıl boyunca halkla ilişkilerle ilgili ne bir dersim, ne bir kitabım ne de bir hocam olmuştu.

Okulun fiziki koşulları da -ilk yıl dışında- kaliteli bir öğrenim altyapısı sunmaktan oldukça uzaktı. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin boşalttığı “kadavra” derslikleri bizim okula derslik olarak uygun görülmüştü!

Yaşamında, ilk parayı, okulun birinci sınıfında Eczacılık Fakültesi Kantin’inde sandviç yaparak kazandım. Gündüzleri çalışıyor akşamları okula gidiyordum. Okulun birinci sınıfını bitirdiğim yaz Çeşme’deki “V Kampta” plaj temizleyicisi olarak hem çalıştım hem yaz tatili yaptım. Çalışmak ve bunun karşılığında “para kazanmak “olgusu ile ilk kez bu dönemde tanıştım. Bu nedenle, ilk kazandığım paraların nasıl harcamam gerektiği yaşam boyunca aklımın bir köşesinde beni tetikleyen bir anı olarak yer aldı. Hep ayaklarını yorganına göre uzatan bir kimlik üstlendim.

Gazeteciliğe giriş

Gazetecilikte ilk yıllar

Gazetecilikte ilk yıllar

Üniversitenin üçüncü sınıfında bir gazeteci olan ağabeyimin girişimiyle başladığım gazetecilik kariyeri belki de eğitim alanındaki boşluğu pratik anlamda dolduran yegane değer oldu. İzmir’de yerel bir günlük gazete olan Demokrat İzmir bir çok gazetecinin de “okulu” olmuştu. Benim de… Polis- adliye muhabirliği ile başlayan emekleme dönemleri kısa bir süre içinde bu alanı sevmiyor  olmama karşın, insan ilişkilerinin yönetilmesinde, zamana karşı yarışta doğru bilginin elde edilmesinde ve var olan bilginin İstihbarat Şefine pazarlanmasında önemli bir katma değer yarattı. Bir sonraki yıl ulusal bir gazete olan Günaydın Gazetesi’nin Ege Bölge ofisinde “sayfa sekreteri” olarak çalışmaya başlamam, gazetecilik mesleğinin mutfağı ile ilgili gözlemlerimin odak noktası oldu. Bir muhabirin yaptığı haber hangi süreçlerden geçtikten sonra gazete sayfalarına giriyor, basılıyor ve okurun önüne gidiyordu? Bu sürecin her bir halkasında sorumluluk almam, 25 yıl sonra bile danışmanlık işlerimi yönetirken yararlandığım ve değerlendirdiğim önemli deneyimler olarak karşıma çıkıyor.

Gazetecilik yıllarından

Gazetecilik yıllarından

Üniversitelerin boykotlar, işgaller ve yoğun terör olayları eksenindeki gelişmelerine tanık olunduğu 70’li yılların ortalarında başlayan yüksek öğrenim serüvenim 1977 yılında mezun olmamla son buldu. 1968 rüzgarları ile 12 Eylül arasına sıkışıp kalmış bir nesil idik. İnsanların birbirini okudukları gazetelere, gittikleri kahvelere göre fişledikleri dönemlerdi. Sokakta, alışverişte, otobüste, dolmuşta her daim şüpheli bakışlarla birbirlerini süzdükleri bir sürecin çocuklarıydık.  Yasaklı semtler, sokaklar günlük yaşamın olağan enformasyonu haline dönmüştü. Bu koşullar okulun eğitim alt yapısı ile birleştiğinde doğal olarak kişisel gelişim fırsatlarının yok olup gittiği bir dünyanın içine çekiveriyordu insanı!

Gelecek tasarımı yok ki!

Mezun olmuştuk ancak bir şey eksik kalmıştı; 4 yıl boyunca hiç bir gelecek tasarımı yapmamıştık. Ne olacaktık? Türkiye’nin taşra muamelesi yaptığı ama üçüncü büyük kenti olan İzmir’de yerel gazetelerde asgari ücretle çalışma hayatına devam edip olası bir başka gazetede bu kariyer gelişimini kurgulamak bir gelecek tasarımı olabilir miydi?

Tek TV kanallı ve siyah beyazlı televizyon yılları olan o dönemde en azından geleceği yazılı basından daha parlak gibi görünen televizyona geçmek ve bu alanda bir şeyler öğrenmek bir çözüm olabilirdi. Ama nasıl? Türkiye’de TRT’nin dışında bu imkanları tanıyabilecek bir kurum zaten yoktu, onun da biz gençlere açabileceği kapının aralığından içeri geçmek hiç de kolay olmayacaktı. Belki yurt dışına gitmek, İtalya, İngiltere gibi ülkelerde bunun peşine düşmek bir çözüm olabilirdi. Ama ailemin maddi imkanları buna yeterli değildi. Yurt dışı yüksek lisans ve doktora çalışmaları için verilen burslar ise “sahipleri ve adresleri” çok önceden belirlenmiş kişilere gidiyordu!

Şartlar bu idi ve umutsuzluk, düş kırıklığı, mezuniyet heyecanının bir balon gibi sönmesi gerçek hayatın sürprizleri ile insanı karşı karşıya getirebiliyor. Oysaki, bu tasarımın çok ama çok önceden yapılmış olması ve üniversite yıllarının verilen eğitimin dışında bu hedefe yönelik uğraşlarla doldurulması gerçeğini çok uzun yıllar sonra kavrayabildik.

O dönemlerde, üniversite mezunlarına askerlik sırası da en az 3 yıl sonra geliyordu. Bu da bir diğer sorun olarak gündemde duruyor ve hareket alanımızı daraltıyordu. En azından askerliği aradan çıkartmak bir çözüm olamıyordu.

“Telefonla telgraf” sonucu değişen yaşam eğrisi!

Mezuniyeti takip eden aylarda Türkiye’de önemli bir siyasal gelişme oldu. O dönemde CHP’nin Genel Başkanı olan Bülent Ecevit Ocak 1978 başında yeni bir hükümet kurdu. Kabinesine de İzmir’den bir milletvekilini Turizm Bakanı olarak aldı; Alev Coşkun. Gazetecilik yaşamı içinde haber kaynağı-gazeteci ilişkisi içinde olduğum ama bundan öte bir samimiyetim olmayan Alev Beyi “telefonla telgraf” yazdırarak tebrik ettim ve başarılarının devamını diledim. Ertesi gün çalıştığım gazetede arkadaşlarım benim Turizm Bakanlığından arandığımı söylediler. Telefonun öbür tarafında Turizm Bakanı Alev Coşkun vardı. Telgrafımı almış ve teşekkür ediyordu. Konuşmanın sonunda ertesi sabah Ankara’da olup olamayacağımı sordu. Ben de “önemli bir haber olduğunu düşünerek” olumlu cevap verdim.

Gazetecilik yıllarından

Gazetecilik yıllarından

Ancak şöyle bir sorun vardı. Çalıştığım gazete ne olduğu ve sonucunda ne getireceğim belli olmayan bir haber için harcırah vermiyordu. Benim de Ankara’ya gidip gelmek için param yoktu. Ailem o dönem Ankara’da yaşıyordu ve bu seyahatle ilgili onlardan destek alabileceğimi düşündüm ve bir arkadaşımdan borç para alarak o gece otobüsle Ankara’ya gittim. Ertesi sabah, Parlamentoda gazetecilik yapmakta olan ağabeyim ile birlikte Alev Coşkun’un makamındaydık. Ben elimde not defterim ve kalemim heyecanla yapacağım haberin notlarını tutmak için beklerken Alev Bey bana “gel benim basın müşavirim ol” dedi.

Çok şaşırmıştım! 20’li yaşlarının henüz başında ve hiç bir kamu deneyimi olmayan bana böylesine iddialı, sorumluluk alanı geniş ama bir o kadar da heyecanlı bir görev teklif edilmekteydi. Ağabeyim, okulumun yeni bittiğini ve kitle haberleşme araçları ile ilgili yurt dışında bir eğitim arayışı içinde olduğumdan söz ettiğinde Alev Coşkun, “sen gel bir süre basın müşavirliği yap ben seni yurt dışına gönderirim. Ecevit’ de yıllar önce beni böyle yurt dışına göndermiş ve doktoramı yapmıştım” dedi.

Basın müşavirliği zamanları

Basın müşavirliği zamanları

Ve ben bir kaç gün sonra apar topar Ankara’ya taşınmış, Turizm Bakanlığındaki odama yerleşmiş ve basın müşaviri kartvizitimi basın mensuplarına dağıtır olmuştum.

Yoksa rüya mı? Amerika’ya gidiyorum!

Nitekim, yıl bitmeden, aralık 1978’de Washington’a basın ataşe yardımcısı olarak tayinim çıktı. Ben de hem tayin edildiğim görevde çalışmak hem de hayal ettiğim eğitimi yapmak için Washington’un yolunu tuttum.

Bu öyküden kariyerimle ilgili şu dersi çıkarmışımdır; yaşamda rüzgarların bizi nereye savuracağını da kontrol altında tutabiliriz. Yaşamın içinde bize ait olabileceğini düşündüğümüz hedefleri belirlemek ve bu hedeflerle buluşabileceğimizi düşündüğümüz girişimlerin arkasını bırakmamak…  Gerisi doğru zamanda doğru yerde durmaya kalıyor!

1978 yılında yaşamımda bir başka dönüm noktasıdır. Evlendim. Okul döneminde aynı yurtlarda kaldığımız Aysen ile bir yıl önce nişanlanmıştık. Henüz ben 23 o 22 yaşında idi. Ama olsun. Birlikte Amerika’ya gitme fikri ikimizi de çok heyecanlandırmıştı.

Washington’da tam 2,5 yıl kaldım. 1979 yılının Ocak ayında başlayan ve Haziran 1981’de biten yıllar şüphesiz yaşamla benim aramdaki bir çok ilişkinin yeniden kurulmasına neden oldu. Bir yandan görevim diğer yandan da kariyer arayışımla ilgili merakım bu dönemin dolu dolu geçmesini sağladı. Türkiye ekonomisinin en sıkıntılı yılları idi. Verilen maaş ev kirası ile zorunlu giderleri bir şekli ile karşılıyordu. Döviz transferleri çok güçlükle yapılıyor bazen maaşımız 2 ay sonra geliyordu. Bu koşullara karşın The American University’de bulduğum bir yüksek lisans programına geceleri devam edebilme şansı buldum. Halkla İlişkilerin gerçek kimliği ile tanıştığım bu süreçte Amerika’da kalış süremin yüksek lisansı tamamlamama yetmeyeceğini biliyor olmasına karşın eşimle ortak karar verdik ve maaşımızdan önemli bir miktarı bu eğitim için harcadık.

12 Eylül darbesinin sert rüzgarları oralara da geldi. Askeri hükümet daha önce ataması yapılan herkesi görev süresi dolmadan geri çağırıyordu. Piyango bana görev süremin dolmasına 1,5 yıl kala Haziran 1981’de vurdu. Ve Ankara’ya geri döndüm. Kısa dönem askerliğimi yaptım ve ilk işim hiç bir şekilde karakterime uymadığını düşündüğüm kamu görevinden ayrılmak oldu.

Tekrar İzmirli yıllar

İşsizdim ama Amerika’dan dolu dolu dönmüş geleceğe ümitle bakan ve Türkiye’de henüz palazlanmakta olan halkla ilişkiler dünyasının içine atlamak istiyordum. Ama bunu Ankara’da gerçekleştirme şansım yoktu. Gazetelerdeki küçük bir ilana başvurdum; Ege Bölgesi Sanayi Odası “kamu münasebetleri şefi” arıyordu. Dönemin Yönetim Kurulu Başkanı Ersin Faralyalı ile yaptığımız görüşmenin ardından pılı pırtıyı topladık ve İzmir’e taşınarak iş başı yaptım.

2004 Eylül ayına kadar belki de kariyerimin en verimli, dinamik, üretken çalışmalarını Ege Bölgesi Sanayi Odası’nda yaptım. Ersin Faralyalı’nın büyük desteği ile halkla ilişkiler adına yapılması gereken ne varsa her şeyin yapıldığı bir dönemdi o yıllar.

Ve arkasından Turyağ’ın o zamanki Genel Müdürü Şevki Figen’in çağrısı ile bu çalışmaların özel sektör platformuna taşımam… Turyağ Türkiye’de halkla ilişkileri gerçek anlamıyla ile başlatan kuruluşlar arasındaydı. 1970’li yıllarda kurulmuştu departman…

İlk kariyer planım

Şu anda stratejik iletişim ve kurum itibarı yönetimi danışmanlığı yapıyorum. Bilinçli olarak değil ama yapmak istediğim kariyerin hep bir üst basamağı olduğunu düşünerek sürekli kendini yenileyen, dünyadaki gelişmelerin arkasından değil  en azından eş zamanlı giden, kendi içimdeki birikim ve yeteneğimi sürekli keşfetme arzusu ile çalışma disiplini oluşturmuş olmam sanırım kulağa çok iddialı gelebilen “stratejik iletişim ve kurum itibarı danışmanlığı” konusunda bana yardımcı oldu.

Gazetecilik ve Turizm Bakanlığındaki basın müşavirliği görevlerimin üzerine Washington’da diplomat statüsünde bir görev birbirini tamamlayıcı olgular olarak değerlendirilebilir. Ancak kariyerime katkı yapan iki önemli unsur daha vardı. Bir tanesi Amerika gibi ancak rüyalarımızda ve filmlerde görebildiğimiz koca bir ülkenin kültürü ile tanışmak, diğeri ise ülkemizde henüz palazlanma dönemini bile geride bırakmamış olan halkla ilişkiler gibi bir mesleğin en yaygın uygulama alanı bulduğu bir ülkenin coğrafyasında 2,5 yıl yaşamak…

Gerçekten 2,5 yıllık Washington dönemi, 20’li yaşlarda sahip olunabilecek çok önemli bir sermaye idi. Bu sürecin içine bir de The American University’de iletişim yüksek lisans programının havasını koklamış olmam (kalma sürem yetmediği için tamamlayamamıştım ama olsun) üniversite yıllarına kıyasla daha tutarlı bir kariyer planlaması yapabilmemin anahtarı oldu. Evet, halkla ilişkiler alanında yürümem gerekiyordu!

Ege Bölgesi Sanayi Odası’nda açılan dönemin yönetim kurulu başkanı rahmetli Ersin Faralyalı’dan çok etkilendim. Kendisinin hem nitelikli ve örnek iş lideri hem de benim kariyerimi inşa etmek istediğim konuya olan samimi inancı bu alanda hızlı yürümemi sağladı.

1982 yılında “ilk kariyer planımı” yaptım. 10 yıl sonra ülkemizde halkla ilişkiler alanında konuşmacı/panelist/yazar/hoca konumunda olan beş kişiden biri olacaktım.

Vizyonun altını doldurmak!

Bu vizyonun altını nasıl doldurmam gerektiği ile ilgili de bir plan yaptım. Önce bulunduğum iş yerinde, yaptığım işte herkesin “örnek alabileceği” çalışmalar yapmam gerekiyordu. Ege Bölgesi Sanayi Odası’nın sadece İzmir’de değil ülkemizdeki tüm Odalar ve Borsalar arasında en etkin, saygın ve kanaat önderi konumuna geldiği yılları o dönemin yöneticileri ile birlikte yaşadık.

Kitaplarımdan: Halkla ilişkilerde temel ilkeler

Kitaplarımdan: Halkla ilişkilerde temel ilkeler

Amerika’daki birikimim içinde bir kitap yazabilecek derinlikte kaynak oluşturmuştum. Bir kitap yazmalıydım, bu mesleği benimseyen öğrenciler, gençler ve profesyonellerin kaynak kitabı olmalıydı. 1985 yılında bu kitabım yayımlandı.

Mesleğimle ilgili sivil toplum örgütlenmesi içinde aktif bir oyuncu olmalıydım.1985 yılında İzmir Halkla İlişkiler Derneği’nin kurucu başkanı oldum ve üç dönem aktif bir oyuncu olarak mesleğin İzmir’deki meslektaşlarımla tanınmasını sağlayacak faaliyetlerde bulunduk.

Ayda bir kez gazete ve dergilerde mesleki yazılar yazmaya özen gösteriyor, fırsat buldukça İzmir’de Ege Üniversitesinde ve Eskişehir’de Anadolu Üniversitesinde derslere konuk olarak katılıyor ve konuşmalar yapıyordum.

Halkla ilişkilerin tek başına yeterli olmayacağına bunun mutlaka bir pazarlama yönetimi anlayışı ile desteklenmesi gerektiğine inandığımdan  Turyağ’daki son iki yılımı “marka yönetimi”  bölümünde çalışarak geçirdim. Turyağ’ın Genel Müdürü ve geniş vizyon sahibi Şevki Figen’le çalışabilme şansım oldu.

1983 yılında kızımız Pırıl doğdu. Halkla İlişkilerde Temel İlkeler kitabını ona atfettim. “Pırıl’ımın pırıl pırıl geleceğine”…

Kariyer planından geriye kalanlar

1990 yılında da İzmir’in ikinci halkla ilişkiler şirketi ORSA’yı kurdum.

Sonuçta, 1992 yılına geldiğimizde, yani kariyer planımın üzerinden geçen onuncu yıl İstanbul’daki ulusal bir panele konuşmacı olarak çağrılmış ve ülkemizde mesleğimizin duayenleriyle birlikte aynı panel ortamının konuşmacıları arasına girmiştim.

Kariyer yolculuğu

Kariyer yolculuğu

Geriye doğru baktığımda bu on yıldan çıkarttığım dersler şunlar oldu;

  • Mutlaka kişisel bir vizyonumuz olmalı ve buna olan inancımızı her sabah tazelemeliyiz.
  • Bu vizyonun altını dolduracak koşulların bize gelmesini beklememeli, biz o şartları oluşturmalıyız.
  • Mutlaka iyi ve nitelikli “liderlerle” çalışmalıyız. Alev Coşkun, Ersin Faralyalı ve Şevki Figen benim en büyük şansım idi.(Daha sonraki yıllarda Dr. Ersin Arıoğlu örnek aldığım liderlere eklendi.)
  • Zamanı tutarlı, gerçekçi ve iyi yönetmeliyiz. On yıl uzun bir süre gibi gelebilir ama yaşamın bütününe baktığımız oldukça kısa bir süredir.

1992 yılından itibaren her beş yıl için benzer bir “gelecek tasarımı” yaptım ve bugüne kadar koymuş olduğum hedeflerin  % 95′ i ile buluştum.

ORSA’lı yıllar

1990 yılının Mart ayında İzmir’de  kuruldu Orsa.

Herkesin kendi şirketi kendine göre “en iyidir, en mükemmeldir”… Biz de öyle çıktık yola. İzmir’de o zamanki adıyla Büyük Efes Oteli şimdiki adıyla Swissotel’in arka sokağında şirin, küçük bir ofis ve büyük iddiaları olan bir avuç hayalperesttik. Kabımıza daha ilk günlerden sığmıyorduk. Ege Serbest Bölgesi, Kobayashi Golf Inc ve Ege Genç İşadamları Derneği ile Philsa ilk müşterilerimizdi…

Annem Fahrunnisa Kadıbeşegil ve ağabeyim Ahmet Kadiıbeşegil ile

Annem Fahrunnisa Kadıbeşegil ve ağabeyim Ahmet Kadiıbeşegil ile

Sanırım, o dönemde yaptığımız en akıllıca iş, bir etkinlik sonrası müşterimizin bizi çok beğenmiş olmasına karşın bizim kendi iş yapma biçimimizi beğenmeyerek yaptığımız bir sorgulama sonucunda ortaya çıkan “anayasamız” olmuştur. Yani, mükemmelliğe giden yolda bir halkla ilişkiler şirketi olarak neyi, nasıl yapacaktık? Müşteri ilişkileri nasıl yönetilecek, şirketin kurumsal kimliği nasıl olacak, hangi değerlerle çalışacağız, toplantı notları nasıl tutulacak, gündemler nasıl yönetilecek, tedarikçi yönetimindeki ilkeler nasıl olacak, performans değerlendirmesi hangi ilke ve esaslara göre yapılacak, finans süreçleri nasıl çalıştırılacak?Sadece İzmir’de değil Türkiye’de kimlerin müşterimiz olmasını istiyorduk? 1992 yılında yaptığımız ve bu soruların cevaplarını tek tek kaleme aldığımız “anayasamız” 2001 yılına kadar her yıl sonu yapılan ‘yıl sonu” toplantıları ile revize edildi ve bir gelenek doğdu.

Bu planın bir parçası olarak İstanbul’a açılmamız gerekiyordu. Ama, hiç bir ilişkimizin olmadığı, finansal kaynaklarımızın yeterli olmadığı bir ortamda bu nasıl gerçekleşecekti?

1993 yılında Bianchi markasına hizmet veriyorduk. Son derece vizyoner bir girişimci olan Ataman Bükey’in yönettiği marka İstanbul’a açılmak için bir kapı araladı ORSA’ya. Bianchi’nin reklam ajansının sahipleri İzmir Tolga, Murat Bebiroğlu ve Engin Özden ORSA’ya ortaklık teklif ettiler ve Teşvikiye’de Güneş Apartmanındaki ofislerini verdiler. Kısa ömürlü bir ortaklık oldu. Çünkü büyük ümitlerle gittiğimiz İstanbul’da 1994 krizine yakalandık. Ortaklık sona erdi ama ORSA yoluna yalnız başına devam etti.

2001 yılına gelindiğinde ülkemizdeki en büyük üç halkla ilişkiler şirketinden biri olmuştu ORSA. İstanbul merkez, İzmir ve Ankara’da ofisleri ile tam gün çalışan 37 kişilik kadrosu vardı.

ORSA bir laboratuvardı…

11 yıllık süre içinde halkla ilişkilerin gelişimi ve şirket yönetimi adına çalışanlarla birlikte bir çok şeyi denedik. Bir kısmını başardık ama çoğunlukla başarısız olduk. Başarısızlıklarımızdan öğrenmeyi ilke edindik.

Halkla ilişkiler çalışmalarından

Halkla ilişkiler çalışmalarından

Satır başları ile neler denedik ORSA’da:

  • 1992 yılında şirketin ilk anayasasını yaptık. 2001 yılına kadar aralıksız her yıl sonu çalışanlarla birlikte yaptığımız değerlendirme toplantıları ile hedeflerimizde ne kadar başarılı olduk, neleri iyileştirmemiz lazım, neleri hedeflememiz lazımı konuştuk.
  • Etkinliklerimizde çalışan host ve hostesleri çok önemsiyorduk. Bir etkinlikte çalışacak arkadaşlarımızı önce eğitime alıyor, sonra provaya davet ediyor arkasından da müşterimizi tanımaları için özel bir brifing veriyorduk. Çoğunluğu üniversite gençleri olan  bu arkadaşlarımızın ailelerine etkinlik öncesi mektup yazar ve hangi gün, hangi müşteri için nasıl bir etkinlikte görev alacağını iletir, ücretinin ne olduğu, ne zaman alacağı, etkinlik sonrası evine nasıl bırakılacağını bildirirdik.
  • 1995 yılında İstanbul’da Brisa müşterimiz oldu. Toplam Kalite Yönetimini ilk benimseyen ve 1996 yılında da EFQM Avrupa Kalite Büyük Ödülünü alan Brisa’dan Toplam Kalite Yönetimi adına öğrendiklerimizi şirket içi süreçler ve değerlendirmelerde olduğu gibi kullandık.
  • 1997 yılında IPRA’nın (Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği) Helsinki’de düzenlediği Halkla İlişkilerde Kalite Standartları ve Ölçümleme Kongresi tüm dünyada mesleğin bir kilometre taşı oldu. Bu kongre ile birlikte aynı tarihlerde yine Helsinki’de düzenlenen CERP (Avrupa Halkla İlişkiler Dernekleri Konfederasyonu) ve ICCO (Uluslararası İletişim Danışmanlıkları Birliği) toplantılarına Türkiye’den  sadece ben katıldım.
  • Mesleğimizin çok önemli bir sorunu olan standartlar ve ölçümlemenin Helsinki’de bu kapsamda ele alınması karşısında Türkiye’de bir şeyler yapmamız gerekiyordu.  Meslektaşım Ali Saydam’ında desteği ile birbirine şeklen rakip olan halkla ilişkiler şirketlerini toplamaya çalıştık ve her iki konuda da ortak hareket zemini aramaya çalıştık. O zamanlar bu çağrımıza; BERSAY, CAPİTOL,MPR, ORSA, ZARAKOL şirketleri yanıt verdi ve PRCI Turkey kuruldu. Daha sonraları bu şirketlere TRİBECA ve Ankara’da bulunan GTC de katıldı. Böylece mesleğimizin uluslararası standartları konusunda sektörde ortak bir hareket başladı. Dahası, İngiltere dışında dünyada bağımsız denetimden geçerek sertifika alan ilk PR şirketleri ORSA’nın da aralarında olduğu Türk şirketler oldu.

    ORSA çalışanları ile Levent ofis binası önünde

    ORSA çalışanları ile Levent ofis binası önünde

  • 1998 yılında yine sektöre bir çağrı yaptık. Ölçümleme ve değerlendirme konusunda ortak bir şirket kurmak konusunda birlikte hareket etmek istedik. Bu çağrıya sadece PRCI’ı oluşturan şirketler cevap verdi ve bugünkü hizmet içeriği vizyonu ile PRNET kuruldu. Ancak, sınırlı kaynaklarımız arzu ettiğimiz teknolojiyi geliştirmeye yetmedi. Bir kaç yıl sonra bizim vizyonumuza inanan Celal Metin’e şirketi satmak zorunda kaldık. PRNET’i kurduğumuz yıl dünyada sadece 8 ülkede halkla ilişkiler medya içerik analizi yapılıyordu.
  • 1998 yılında bir önemli gelişme daha oldu. Türkiye resmen ICCO üyesi oldu ve Lucern kentinde yapılan ilk dünya kongresine PRCI’ı oluşturan meslektaşlarımızla birlikte katıldık. Kurum itibarının ilk kez bu kadar yaygın seslendirildiği bu kongre ile ufukta yeni hedefler belirlenmeye başlamıştı.
  • ICCO üyesi şirketler Türkiye’de mucizeler yaratmaya başladılar. En kapsamlı staj programı, üye şirketlerin çalışanları ile 3 ayda bir düzenledikleri “benchmark” toplantıları, yılda 200 adam/saate varan iç eğitimler ve London School of Public Relations eğitimlerine başlanması sektöre yeni bir heyecan getirmişti.
  • 6 yıl boyunca ICCO’da Türkiye’yi temsil ettim. Yılda iki kez üye ülkelerin evsahipliğinde yapılan yönetim kurulu toplantılarından bir tanesi de Türkiye’de yapıldı. Dünyada halkla ilişkiler mesleğinin duayenlerini İstanbul’da ağırlamak fırsatını bulduk.
  • ORSA’da çalışanların eğitimi programı şöyle uygulanıyordu;
    • Yıl sonu toplantısında belirlenen bir sonraki yıl hedeflerine göre hangi alanlardaki bilgi eksiğimizi gidermemiz gerektiğini kararlaştırıyorduk. Örneğin; müşteri memnuniyeti; algılama araştırmaları, performans raporlaması gibi…
    • Her ayın son cumartesisi tüm çalışanlar belirlemiş olduğumuz konulardan birini diğer çalışma arkadaşlarına sunuyorlar ve dinleyenler ; sunum kalitesi+ içerik+kaynaklar+örnek olay başlıklarına göre not veriyorlardı.
    • Yıl içinde her bir çalışanın belirlenmiş tüm konu başlıkları ile ilgili sunum yapması bir zorunluluktu.
    • Çalışanların performans değerlendirmesine bu sunumlar % 40 oranında yansıtılıyordu.

      Levent ofis binası önünde

      Levent ofis binası önünde

  • Şirket içinde farklı yönetim uygulamaları da yapılıyordu. Örneğin 1996 yılında şirketi her ay bir çalışan yönetiyordu. Tam yetkili olarak kırtasiye alımına da o karar veriyordu, sigorta ve vergi beyannamelerinin imzalanmasına da… Böylece, çalışanlar bir şirketin ayakta durması için sistemin nasıl işlemek zorunda olduğunu yaşayarak öğreniyorlardı.
  • Bir dönem entelektüel birikimi artırmak için farklı bir uygulama başlattık. Her çalışan her ay bir misafiri ile birlikte; bir klasik konser, bir sinema ve tiyatroya gitmek zorundaydı. Ayrıca bir kitap alması ve bir paydaşı ile iş yemeği yemesi de gerekiyordu. Bunların giderlerinin tamamını şirket karşılıyordu. Ancak yerine getirmedikleri varsa o rakam kendisinden tahsil ediliyordu.
  • Müşteriden önce mesaiye başlamak bir ilke idi. Yine yıllık izinler müşterinin izin kullanacağı tarihlerde yapılıyordu.

    Levent ofisinde toplantı

    Levent ofisinde toplantı

  • Akşam 18:00’den sonra çalışmak yasaktı. Çalışanların sosyal hayatı olması destekleniyor ve bu nedenle 18:00’den sonra çalışmak şirket yönetimi tarafından hoş karşılanmıyordu.
  • Halkla ilişkiler sektöründeki ilk web sayfasını 1996 yılında ORSA açtı. Yine şirket içine yönelik ilk intranet ve forum uygulamaları 1998 yılında ORSA’da yapıldı. Teknolojinin sektörü çok yakından ilgilendirdiğinin bilincindeydi ORSA.
  • Sektörde kurumsallaşmanın ilk  örneğini verdi ORSA. 1999 yılına profesyonel bir genel müdür ile girdi. Başarısızlıkla sonuçlanan bir deneyimdi. Pahalıya mal oldu. Ama içinden bir üniversite bitirecek kadar dersler çıktı.
  • Çalışanlarını şirkete ortak etmek şirketin vizyonuydu. 2000 yılına gelindiğinde; Müşteri direktörleri Bora Alçı, Fatma Çelenk, mali işler yönetmeni Hatice Tengiz ve yönetim asistanı Denise Levi bedelsiz hisseler karşılığı şirket ortağı oldular. Hisselerin çalışanlardaki kısmı %45 idi.

2001 krizi ile birlikte yeni bir değerlendirme yapılması ihtiyacı doğdu. Önceden kestirilemeyen ve cumhuriyet tarihimizin en ağır krizinin vurduğu öncelikli sektörlerden birisi idi halkla ilişkiler. Ya, ne kadar zaman süreceği belli olmayan fedakarlıklarla yola devam edilecekti ya da müşterilerin de onayı alınarak herkes kendi gemisini yüzdürecekti. Ortak akıl ile ikinci yolu tercih ettik. Hiç bir çalışanı mağdur etmeden yumuşak bir geçişle şirket ortaklıklarını sona erdirip yeni bir vizyonla yola çıktık. Şirketin bu stratejik kararı ile birlikte ORSA halkla ilişkilerin operasyonal işlerinden çekildi ve sadece “danışmanlık” alanına fokus oldu.

Bu kararın alınmasında ikinci bir etken daha vardı. 2001 yılında PRCI Strateji GfK ya  bir araştırma yaptırtmıştı. Araştırma sonuçları analiz edildiğinde bilgi olarak müşterilerin halkla ilişkiler sektörünün önünde gittiği ve zamanla sektörün sadece operasyonal hizmetlerin talep edileceği bir noktaya gitmesi söz konusu idi. Bu sonuçlar sektörde bilgi ve birikimle değil fiyatla rekabet edileceği çağrışımı yapıyordu. Öte yandan aynı araştırma, müşterilerin gelecekte kurum itibarı, iç iletişim ve sosyal sorumluluk gibi konuları önemseyeceğini ve kaynaklarını özellikle bu alanlara aktarmak istediği sonuçlarını da veriyordu. Yani, danışmanlık için özel bir ilgi alanı oluşuyordu.

Kitaplar neden yazıldı?

Kitaplardan: İtibar Yönetimi

Kitaplardan: İtibar Yönetimi

Bunlar ticari amaçla yazılmış kitap olmadılar hiç. Sadece bilginin paylaştıkça çoğaldığına olan inancım bu kitapların doğmasına neden oldu. Kitaplar aynı zamanda, yazım süreçlerini de dikkate  aldığımızda kendimizi yenilemek için çok iyi birer araçtır. Kitaplarım sayesinde kendimi sürekli yenileyen bir konumda oldum. Kariyer yolculuğunda kendimizi yenileme aracı olarak sadece kitapları saymak yanlış olur. Yaptığım sunumlar, yazdığım makaleler, genç arkadaşlarımla yaptığım kariyer yönlendirmesi görüşmeleri hep birer kendimi yenileme aracı olmuştur. Bunların hepsi bir araya geldiğinde insan kendini yenileme makinesi gibi hissediyor.

Hayatımdaki dönüm noktaları

Ana başlıkları ile hayatımdaki dönüm noktaları;

  • Doğru bir insanla evlenmek ve yaşamın tüm zorluklarına karşı birlikte mücadele edecek ve çözüm üretecek iyi bir yaşam ortağı bulabilmek.. 1978 yılında eşim Aysen’le yaptığım evlilik kariyer yolculuğumun kazasız sürebilmesinin güvencesi olmuştur.
  • 23 yaşında o dönemin Turizm Bakanı Alev Coşkun tarafından Amerika’ya basın ataşe yardımcısı olarak tayin edilmiş olmam önemli bir dönüm noktasıdır.
  • 1990 yılında, ne olacağı ve ne getireceği belirsiz olan halkla ilişkiler sektörüne şirket kurarak girmiş olmam ve şirket merkezini 1993 yılında büyük bir cesaretle İstanbul’a taşımış olmam bir diğer dönüm noktasıdır. Hayallerimi gerçekleştirmeye İzmir yetmeyecekti… Uluslararası sulara açılmanın gerekliliğine inanıyordum. Bana bu imkanı ancak İstanbul verebilirdi ve nitekim verdi de..
  • 1997 yılında Helsinki’de düzenlenen IPRA, Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği kongresi meslek yaşamımda önemli bir dönüm noktasıdır. O yıl tüm dünyada halkla ilişkiler mesleğinin kalite standartları ve ölçümlemenin konuşulduğu bir dönemdi. Ve ülkemizden sadece bir kaç meslektaş orada idik. Dünyadaki bu gelişmeleri ülkemize taşımak ve bunu bir meslek örgütü çatısı altında yapmak fikrini oluşturduk ve bugün adı İDA olan İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneğini o zamanki adıyla PRCI olarak kurduk. İlk dönem başkanlığından sonra bu örgütün uluslararası çatı örgütü olan ICCO, Uluslararası İletişim Danışmanlık Şirketleri Birliği’nin şemsiyesi altına girdik ve ben 6 yıl boyunca ülkemizi temsilen 25 üye ülkeden oluşan bu örgütte ülkemizi temsil etme şansına sahip oldum. Bu örgütün yılda iki kez ve her biri üye bir başka ülkede yapılan yönetim kurulu toplantıları nedeniyle Yeni Delhi’den San Francisco’ya kadar bir çok dünya kentini görme ve uluslararası bir network ağı oluşturma şansını elde ettim. Ama daha önemlisi, halkla ilişkiler mesleği dünyadaki gelişmelerle eş zamanlı bir içerikte kalite ve standartlarla donatıldı, dünyadaki standartların tanımlanmasına katkı sağladı.
  • 1999 yılı kariyerimde bir başka dönüm noktası oldu. İki meslektaşımla birlikte (Ali Saydam ve Selim Oktar) oluşturduğumuz bir konsorsiyum ile Koç Holding’in kurum itibarı projesine başladık. Ülkemizdeki ilk kurum itibarı projesidir. Böylece, halkla ilişkilerden kurum itibarına doğru bir yolculuk başladı.
  • 2001 krizi bir başka fırsatı gündeme getirdi. Artık halkla ilişkiler yetmiyordu. Bunu daha üst bir seviyede ve danışmanlık boyutunda tanımlamak ihtiyacı vardı. Böylece halkla ilişkilerden stratejik iletişim ve kurum itibarına geçiş başladı. Halen bu yolculuk devam ediyor.

Nasıl bir gelecek var gündemimde?

Gelecekte, sahip olduğum ve günlük yaşama uyarladığım değerlerimi, mesleki birikim ve deneyimlerimle harmanlayarak sivil toplumun içinde aktif bir oyuncu olmak şeklinde tasarımlamaya çalışıyorum.

21. yüzyılın sivil toplum yüzyılı olacağını düşünüyorum.  Yaşamın her alanında sivil toplumun sesinin yükseldiği ve yaptırım gücünün arttığı bir dönemden geçtiğimizi gözlemliyorum. Bu nedenle, kendi gelecek planım içinde bu alt yapıya yönelik bir planlama üzerinde çalışmaktayım.

Maalesef dünyamız iyiye gitmiyor. Hızla artan nüfus, buna karşın küresel ısınmanın etkileri ile oluşan doğal afetler, tarım alanlarının giderek azalması, temiz su kaynaklarının tükenmeye başlamış olması, açlık, yoksulluk, terör, savaşlar ve sayılabilecek bir sürü husus gelecek için iyimser bir tablo çıkartmıyor karşımıza. Ama ben pozitif bir insanım. İyimserim.  Bu gelişmelere karşı ancak iyimser olduğumuz sürece çözüm üretebileceğimizi düşünenlerdenim. Belki de sivil toplum içinde aktif bir oyuncu olma isteğimin arkasında yatan nedenler arasında bu husus da vardır.

Gençleri çok önemsiyorum

Gençler ile

Gençler ile

Gençleri çok önemsiyorum. Çünkü onlardan çok şey öğreniyorum. Yaşamın dinamikleri, değerleri, dünyaya bakış açıları vs.. Bunlar her zaman heyecanlandırıyor beni.. Örneğin yazmış olduğum kitapların gerçek mimarı kızım Pırıl’dır. O’nun vizyonu, gençlik bakışı, beklentileri tanımlama biçimi bu kitapları ortaya çıkartmıştır. (en azından son üçü) Pırıl henüz 20’li yaşlarında. Ama ondan öğrenme sürecim devam ediyor.

Bahçeşehir Üniversitesinde her yıl ikinci yarı ders veriyorum. Oradaki öğrencilerimle temasımızı kaybetmemeye özen gösteriyoruz. Mezuniyet sonrasında da karşılıklı öğrenme sürecim devam ediyor.

Bana iş başvurusunda bulunan ama tek başıma çalıştığım için istihdam olanağı yaratamadığım genç arkadaşlarımla kariyer yönlendirme görüşmeleri yapıyorum. Bunu bireysel sorumluluk alanımda yapmam gereken önemli işlerden bir tanesi olarak görüyorum. Yılda 120 görüşmeye kadar çıkabiliyor bunlar. Bu görüşmelerde de öğrenme sürecim devam ediyor.

Genç arkadaşlarım maalesef yaşamın bütününü ve kendileri için bir yaşam kalitesi tanımını ıskalıyorlar. Bu beni en çok üzen tarafları. Hem üniversite yıllarını hem de sonrasını var olan gündemin içinde geçiriyorlar. Üniversite mezuniyetini yaşamlarının en önemli aşaması olarak görüyorlar… Oysa ki yaşamın gerçeği bu değil. Hepimiz kendimize ait bir yaşamın kurgusu için okuyor ve çalışıyoruz. Bunu tetikleyen üç temel alanın birbiriyle sürekli ilişki içinde ve olması gereken dozda yönetilmesi gerektiğini genç arkadaşlarım göremiyorlar. Kariyerimiz, özel hayatımız ve sosyal yaşamımız… Bu üç başlık arasında tutarlı bir denge oluşturabilirsek “başarının” geleceğini göremiyoruz.

İkinci yakındığım konu, yeteri kadar “meraklı” değiller. Var olan bilgiyle yetinmek gibi bir alışkanlıkları var. Kendi çabaları ile var olan bilgiyi zenginleştirmek onlara “zor” geliyor. Buna zaman harcamanın gereksiz olduğunu düşünüyorlar. Oysaki, belki o küçük bilgi, gün geldiğinde kariyerlerinin en önemli sıçramasını yaptırabilecek.

Üçüncü bir şikayet konum ise, girişimcilik ruhlarını hep bir “koşula” bağlı düşünüyorlar. Oysa, risk alınabilecek en güzel yaşlar üniversite yılları ve sonrasındaki bir kaç yıldır yaş ilerledikçe, risk alabilme katsayısı düşer.

Urla ve Alaçatı

Nazar değmesin ama, dostlarımın, arkadaşlarımın gıpta ettiği bir yaşamım olduğu söyleniyor. Yerleşik düzenini Alaçatı’da kurmuş, ama işi gereği haftanın belli günlerini İstanbul’da geçiren bir kişi olarak, benzer konumdaki meslektaşlarıma karşı avantajlarım olduğundan söz ediliyor.

Urla ve Alaçatı resimlerinden

Urla ve Alaçatı resimlerinden

Ama bunun arkasında da yaşamla ilişkilendirilmiş bir öykü var. 1990’lı yılların başında kızım Pırıl  henüz ortaokulda idi. İstanbul’a ofis açılması gündeme geldiğinde eşimle ortak bir karar verdik. Pırıl’ın düzenini bozmayacaktık. Ben gelip gidecektim. Bu karar sonrasında İstanbul’da hep “emanet” yaşadım. O dönemlerde İzmir’de Bostanlı’ da oturuyorduk.

Şirketle ilgili gelecek planlarını 1990’lı yılların başında yapmaya başlayınca kendim için de bir plan/hayal süreci çalışmaya başlıyordu. Bir kaç yıl sonra bunları yazılı çizili hale getirme alışkanlığı başladı. Bunların başında da şehrin dışında, doğa ile iç içe müstakil bir evde yaşama hayali vardı. Her yıl bu hayalimi beklentilerimin en başına yazıyordum. 2000 yılına geldiğimizde İzmir’de Urla’da yapılacak bir konut projesi için danışmanlık talep edildi. İş ilişkisi ile başlayan bu süreç sonunda proje sahibi şirketin de  desteğiyle 2001 yılında Urla’daki evimizde oturmaya başladık. Doğa içinde son derece iyi planlanmış bu projede 8 yıl oturduktan sonra yine eşimle bu sakinliği bir yoğunlukla değiştirmeye karar verdik ve Alaçatı bizim için mükemmellikler sunan davetkar bir belde oldu. Böylece 2009 yılında Alaçatılı olduk…

Urla ve Alaçatı resimlerinden

Urla ve Alaçatı resimlerinden

Evet, durduğum yerden memnunum ama daha yapacak çok işim var.. Üretmeyi planladığım çok çalışma var. Kendimi yenilemem gerektiğini düşündüğüm çok alan var. Bu nedenle, fiziki anlamda kurulu olan düzenimdeki konforum, yapılacaklar listesinin yoğunluğuna bakıldığında pek de  önemli bir unsur gibi durmuyor.