Sign up with your email address to be the first to know about new products, VIP offers, blog features & more.

Kurumsal Sosyal Sorumluluk Lunaparkı

 

Galatasaray Üniversitesi İşletme Fakültesinim konuğu oldum. Çevrim içi görüşmeyi değerli hocam Dr. Belgin bahar yönetti. Öğrenci arkadaşlarımla “sosyal sorumsuzluk meselesini” masaya yatırdık ve konula ilgili düşücelerimi aşağıdaki şekilde paylaştım.

Günümüzde yöneticileri rüşvetten, yolsuzluktan yargılanan ama mensup oldukları şirketlerin çok ciddi kaynak ayırarak sosyal sorumluluk adı altında çalışmalar yaptıklarına tanık olduğumda aklıma gelen bir fıkrayı paylaşayım sizinle;

Adam, vergisini ödememek için papağanını gümrükten kolay geçirebilmek amacıyla bir kutuya koymuş, üstüne de “kırılacak eşya” diye yazmış.

Gümrük memuru yazıyı okuyunca, kutuyu şöyle bir silkelemiş. Aynı anda içeriden papağanın bağırdığı duyulmuş

“Şangur şungur.. Şangur şungur..

Konuşmam üzerinde çalışırken aklıma önceki yıl yapılan Kurumsal Sosyal sorumluluk zirvesindeki paylaşımda koyduğum başlık geldi. Şu başlıkla tanımlamışım anlatacaklarımı; “Yeni Nesil Sosyal Sorumsuzluk”!

Meyhanelerin bile yeni nesil olduğu bir dönemde sorumlulukların da bir pazarı olabilir düşüncesinden hareketle.

Kurumsal Sosyal Sorumluluk Lunaparkı

Bunları düşündürten kurgu ise hepimizin her gün tanık olduğu görüntüler. Koca koca şirketler, sınırlar ötesinde büyük pazarların sahibi markalar, adına “kurumsal sosyal sorumluluk” dedikleri bir lunaparkta bir eğlenceden diğerine koşturup duruyorlar. Ama o lunaparkın dışındaki dünyada tanık olduğumuz tek şey boylarını aşan sorumsuzlukları. İyi olanlar, samimi olanlar var tabii. Konuşmamda bunlara da değineceğim. Ama “mış” gibi yapmanın cazibesinin içine bizi de çekiyorlar.

Sosyal sorumluluk meselesini trafik ortamına benzetebiliriz.

Mesela, araç kullanan arkadaşlarıma soruyorum. Yılda kaç kez korna çalıyorsunuz? Ben geçen yıl 3 kez çalmışım. İki tanesi eşimin zoruyla. Kendime trafik ortamı ile ilgili bir performans hedefi koyuyorum. Neden mi? Çünkü trafik dünyanın neresine giderseniz gidin ortak yaşam kültürünün şekillendiği yer. Evet kurallar bazı ülkelere göre değişebilir ama mesele toplumun bu kurallara uygun davranışta bulunup bulunmadığı ile ilgili. Bu da bir sorumluluk göstergesi.

Örneğin ülkemizde son on yılda trafik kazalarında 52 bin kişi öldü. Yüzbinlerce kişi de yaralandı. Herkes kurallara uygun hareket etseydi 52 bin kişi belki de hala aramızda olacaktı.

Neden trafik kazası olur?

Aşırı sürat yapılır,

Kırmızı ışıkta geçilir,

Alkollü araç kullanılır,

Direksiyon başında yorgunluk,

Araç kullanırken cep telefonu ile konuşur dikkatimiz dağılır,

Hatalı sollama yapılır,

Gereksiz yere şerit değiştirilir,

Gibi, gibi…

Trafikteki kurallar herkesin kuralıdır. Can ve mal güvenliğinin sağlanması için belirlenmiştir. Bu kurallara saygı göstermek ancak bu kurallara uygun hareket etmekle söz konusu olabilir. Bu bir sorumluluk anlayışıdır. Hem kendimize, ailemize, sevdiklerimize karşı hem de hiç tanımadığımız, bilmediğimiz başkalarına karşı.

Sanayi Devrimi Sorumluluk Kültürü Yaratmadı!

Özellikle sanayi devrimi ile birlikte patlayan büyük ölçekli üretim önce ihtiyaçların karşılanmasına yönelikti. Sonraları arzuların ve hayallerin pazarlanmasına evrildi gidişat. Yüz yıllık bir dönemde sanayileşme trafik ortamı gibi bir kültür oluşturmadı. Ahlaki değerleri gelişimine paralel taşıyamadı.  O boşluğu da “para” doldurdu. Yani “paranın bir değer” haline geldiği bir kültür insanlığı esir aldı.

Durum böyle olunca da;

Kadın ve çocuk istismarı hatalı sollama

Irk ayrımcılığı gereksiz şerit değiştirme

Tarım arazilerinin talan edilmesi alkollü araç kullanma

İçilebilir su kaynaklarının hoyratça kullanılması kırmızı ışıkta geçmek

Savaş icat edip silah satmak aşırı sürat yapmak

muamelesi gördü…

Aynen son on yılda Türkiye’de trafik kazalarında 52 bin kişiyi kaybettiğimiz gibi, gerçek değerler görmezden gelindiği için milyonlarca kişi öldü. Dahası “doğa” insana küstü! Artık kendini yenilemiyor! Kuşlar, böcekler, bitkiler türleri ile birlikte yok oluyorlar.

Ünlü ozanımız Aşık Veysel Şatıroğlu’nun “Gelmez yola gidiyorum” başlıklı bir şiiri vardır. Rivayet odur ki ölümünden üç gün önce yazdığı söylenir.  Bu gezegenin üzerindeki misafirler olarak ya sorumluluklarımızın bilincinde olacağız ya da Aşık Veysel’in dediği gibi “Gelmez yola gidiyorum” türküsünü söyleyerek bu dünyadan göçeceğiz!

Ve bugün içinden nasıl çıkacağımızı bilemediğimiz sorunlar yumağı ile baş başayız.

İnsanlığın ve gezegenin hayrına bir kültürü ıskalamanın bedelini bugün iklim krizi, küresel ısınma gibi geleceğimizi endişe ile şekillendirmeye çalıştığımız bir tablo var karşımızda. Yaşamakta olduğumuz pandemi önümüzdeki yıllarda karşı karşıya kalacağımız sorunların karşısında pek de önemli sayılmayacak gibi.

Bizim Kuşak İyi Bir Sınav Vermedi

İşte özellikle son yüz yıl içinde başta gezegenin kaynaklarına, doğanın kendini yenileme sürecine ve bunların arasında var olmaya çalışan insana karşı duyarsız kalmış olmamızın eseri olan sorumsuzluklarımızı bugün kurumsal sosyal sorumluluk adıyla pansuman yapıp üstünü örtmeye çalışıyoruz.

Söylediklerimi ve söylemek istediklerimi beş başlık altıda toparlayayım.

Birinci başlığımız; sorumluluğun sosyalinin olamayacağı, kurumsalının hiç olamayacağı ile ilgili. Çünkü sorumluluk bireyseldir. Yaptığınız iş, göreviniz, sizden beklentiler sizin davranışlarınıza dönüşürken kendi sorumluluklarınız bilincinde hareket edersiniz. Yani bir organizasyonun yükselen hiyerarşisi içinde sorumluluk bilincinizle tüketici tepkilerine duyarsız da kalabilirsiniz, şikayetleri fırsata da dönüştürebilirsiniz. Sizin gibi o kurumun içinde her bir kişinin sorumluluk anlayışı o kurumun karakterini ortaya çıkarır. Bugün şirketlerde sosyal sorumluluk meselesinin şirket politikalarına dönüşmüş olmasının arkasında da bu gelişme vardır. Çalışanlar, ekolojik çevre, karbon ayak izi gibi kendi bireysel değerlerini yaptıkları işin içine taşımışlar ve bu kişiler yükseldikçe bu duyarlılıklarını şirket politikalarına aktarmışlardır. Biz bunlara kurumsal değerler diyoruz. Unilever bu konuda güzel bir örnektir. 2000’lerin başında sürdürülebilirlik trenini kaçırdıklarının farkına varan şirket yönetimi işi toptan bir yönteme başvurdu. Sosyal sorumluluğun dünyada ilk örneklerini veren küçücük dondurmacı Ben & Jerry’i satın aldı. Ama bu satın almanın arka planında şöyle bir şey vardı: “Bizim sosyal sorumluluk kültürümüz yok. Sen ise bu konuda çok ilerdesin. Sen bize bunu öğret”. Gerçekten bugün Unilever küresel çapta bu kültürle buluşmuş şirketlerden biridir. Ama çıkış noktası şirket çalışanlarının bu konuya dikkat çekmesi sonucunda olmuştur.

İkinci başlığımız benim rol modellerimden biri olan ve dünyada sürdürülebilirlik felsefesi konusunda çok önemli bir yere sahip olan Prof. Mervyn H. King’ın sorumluluk tanımı ile ilgili. Diyor ki Mervyn; “Parayı nasıl kazandığınız sosyal sorumluluktur”. Öyle ya; para kazanmak var, para kazanmak var. Çalışanlarının haklarını çiğnemeden, tüketiciye saygılı, ekolojik çevre duyarlı şirketlerin kazandığı para ile merdiven altında üretim yapan, hileli ürünleri pazara süren, onu bunu dolandıran, vergi kaçıran, rüşvet veren şirketlerin kazandığı para aynı değildir. Yani, sorumluluğu iş modelinin omurgası yapmış şirketler ile bugün var olan ama yarın ne olacağı meçhul şirketler arasındaki farkı bu bağlamda dikkate almak gerekiyor. Burada da etik ve adil ticaret kavramının kurumsallaşmasının önünü açan Green & Black, Body Shop ve bir halı üreticisi olan Interface’i gibi şirketleri örnek vermek gerekir.

Üçüncü başlığımız da yaklaşık 20 yıldır bıkmadan, usanmadan dile getirmeye çalıştığım bir görüşümü paylaşmak istiyorum. Yaşamda ya İZ bırakırsınız ya da İS. İz bırakanların sorumluluk anlayışı ile çoğunlukta olan İS bırakanların anlayışının ne kadar farklı olduğunu bugün içinde çıkamadığımız dünya sorunlarını dikkate alarak düşünmemiz lazım. Ülkemizde Buğday Ekolojik Dönüşüm hareketini başlatan Victor Ananias bunlardan biriydi. 39 yaşında talihsiz bir kaza ile aramızdan ayrıldığında ekolojk pazarlar, bu pazarlara meyve sebze yetiştiren ekolojik çiftlikler ve her şeyin başı atalık tohumların görücüye çıkarıldığı tohum takas şenlikleri zaten kök salmıştı.

Öte yandan, İsveçli mühendis Gustaf Thuin 1959 yılında naylon plastik poşeti geliştirdi. Amacı çok basitti; alışverişlerde kağıt poşetler kullanılıyor bu da binlerce ağacın kesilmesi anlamına geliyordu. İnsanlar ceplerinde/çantalarında öyle bir şey taşısınlar ki hem çok kere kullanılsın, hem dayanıklı ve yıkanabilir olsun hem de kağıt poşetlerin yerini alıp ağaçların bu amaçla kesilmesinin önüne geçilsin diye düşündü. Hatta 1966 yılında Celloplast olarak bunun patentini aldı. Tam bir sorumlu vatandaş örneği değil mi? İZ bırakanlara adı altın harflerle yazılacaktı ki…

Ama zaman içinde ne oldu? Geçtiğimiz yıl dünyada naylon plastik poşet kullanımının 1 trilyon adedi aştığı söyleniyor. Bunun 380 milyarının Amerika Birleşik Devletler’inde olduğunun altını çizelim.

Dördüncü başlığımız kariyerimizle ilgili. 2012 yılında yayımlanan Oyun Bitti isimli kitabımın arka kapağında şöyle bir ifade var; bir yandan yaptığınız kariyer diğer yandan yaşamda durduğunuz yer anlamlı mı? Birkaç yılda bir bu soruyu önümüze koyup samimiyetle cevaplar aramamız sorumluluk anlayışımızla yüzleşmemizi sağlayacaktır. Çok başarılı olduğumuz iddia edilebilir; bir iş kurup çok para kazanmış olabiliriz; yanımızda yüzlerce kişinin çalışmasına vesile olmuş olabiliriz; veya hiyerarşi basamaklarında yükselmiş şirketlerde genel müdür statüsünü elde etmiş olabiliriz. Ama yaşamın bütünselliğinde bu albenisi yüksek görüntünün karşılığında anlamlı bir duruşumuz var mı? Sorumluluklarımızın kapsama alanına plastik, su, karbon ayak izi hesaplarımız girmiş mi? Sivil toplumun içinde etkin ve aktif roller üstlenmiş miyiz? Kararlarımızın etik, adil ve hakkaniyet filtresinden geçtikten sonra mı hayata geçmiş? Bunlar yaşamın nerelerinde durduğumuzu gösterir ve kariyerimizle birlikte yolculuk yapar.

Başkaları İçin Mutluluk Yaratmak

Beşincisi de benim başarı tanımım; ne olursa “başarılı” oluruz. Ben kısaca şöyle bir tanımda buluşmaktan yanayım; Başkaları için mutluluk yaratırken onların yaşayacakları bu mutluluğa ortak olmak… Evet biraz romantik olabilir. Ama bireysel sorumlulukların bizi buluşturduğu değerler hangi coğrafyada olursak olalım, hangi kimlikle donatılmış olursak olalım yetkinliklerimizin ortak bir mutluluk kültürü yaratmak amacı ile yönetilmesi halinde “başka bir dünyanın da mümkün olabileceği” gerçeği ile bizleri buluşturabilir. Örneğin İzmir’deki son depremde bulundukları binanın zemin katında yer açılsın diye binanın taşıyıcı kolonlarını kesmiş olan ticarethanelerin sorumluluk anlayışı karşısında otel odalarını depremzedelere ücretsiz açan, buralardaki geçici misafirlere ücretsiz yemek ve kahvaltı servisi için koşturanlara tanık olduk. Kimse onlara böyle bir şey yapmaları için talimat vermedi. Ama onların sorumluluk anlayışı kendiliğinden deprem gerçeğinin yaralarının sarılmasında depremden mağdur olanlarla buluşturdu. Bu sorumluluğu üstlenmiş olanlar hangi işi yaparlarsa başarılı olacaklardır. Çünkü her daim yanlarında onlara inanan, güvenen birileri olacaktır.

Mutluluk Mimarı; Muhammed Yunus

Şimdi size Muhammed Yunus’tan söz edeyim. Bangladeşli bankacı. 2006’da sosyal ve ekonomik bir gelişme yaratmadaki çabalarından ötürü Nobel Barış Ödülü verilmiştir. Yaptığı iş biraz önce tanımlamaya çalıştığım mutluluk kültürünü inşa etmek. Özetle anlatmak gerekirse, Yunus, hiçbir bankanın 200-400 dolar kredi vermeye yanaşmayan yoksul ama meslek sahibi kesimlere kredi veren sistemi kurdu. Mikro kredi olarak tanımlanan sistemin nasıl çalıştığını şöyle bir örnekle anlatayım; bir bisiklet tamircisi var. Onarıma ihtiyaç duyulan bisikletleri nasıl tamir edeceğini biliyor ama yedek parça alması için 450 dolara ihtiyacı var. Yunus’un bankasına başvuruyor. İhtiyacı olan parayı alıyor, bisikletleri tamir ediyor, para kazanıyor, evine onurlu bir şekilde ekmek götürüyor. Zamanı gelince de aldığı krediyi geri ödüyor. Yüzbinlerce kişinin yararlandığı bu sistemde kredilerin geri ödenme oranı %96,5. Yunus, mesleği olmayanların meslek sahibi olmaları, kadınların evde üretim yapıp para kazanmaları, bu kesimin ürettiklerine pazar bulmak konusunda da destek veriyor. Bu yoksul kesim kurduğu sistem sayesinde mutlu oluyor Muhammed Yunus’da onların mutluluğuna katkı sağladığı için mutlu oluyor.

Bir de Amerika Birleşik Devletler’inden bir örnek verelim. Üniversitelerde okuyan ancak okul parasını denkleştiremeyenlere bankalar koşa koşa kredi veriyorlar. Tabii ki, faizleriyle birlikte ödenmeyen krediler diploma gelene kadar dağ gibi birikiyor. Geri ödenemeyen öğrenci kredilerinin tutarı 1,5 trilyon doları geçmiş durumda. Okuldan mezun olan öğrenci faizleriyle birlikte ödemek zorunda kaldığı yüzbinlerce dolarlık kredinin altında ezilerek çalışma hayatına giriyor. Bu parayı ne zaman kazanacak da geri ödeyecek? Bu iş zaten başından belli. Bu durumda öğrencilerin bu çaresizliğini fırsata dönüştürüp onlara kredi pazarlayan bankaların sorumlu davranmış olacaklarını söyleyebilir miyiz?

Yemeksepeti.com’un kurucusu Nevzat Aydın gün geldi şirketini bir yabancı şirkete sattı. Hem de iyi paraya. Ama Nevzat Aydın pek alışkın olmadığımız bir şey yaptı. Ortada hiçbir mecburiyet, yasal zorunluluk, bağıtlanmış bir sözleşme yokken satıştan elde edilen gelirden 27 milyon doları birlikte çalıştığı mesai arkadaşlarına dağıttı. Hem de vergisini de ödeyerek.

Sorumluluk Bireyseldir

Sorumlulukların bireyselliğinin üzerinde neden bu kadar duruyorum.

Özü itibariyle gezegenimizin; karbon, su ve plastik sorunu, kadın ve çocukların istismarı, ırk ayrımcılığı, hayvanların doğal ortamlarına saygı, ormanların ve bitki örtüsünün korunması, mülteciler, açlık, yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, uzay çöplüğü gibi sayabileceğimiz ama yer yüzünde yaşayan herkesi yakından ilgilendiren sorunlara karşı temel bir duyarlılığı olmalı insanın. Sonra bu duyarlılıklarını sosyal çevresi ile paylaşabilmeli, ilgili sivil toplum kuruluşlarının çatısı altında kendi birikimini dünyanın faydasına sunabilmeli. Yani meseleleri sosyal etkileşime açabilmeli. Yani küresel bir birey olmalı. Gönüllülük yapabilmeli, ilişki sermayesini bu sorunların çözümünde fayda üretecek şekilde yönlendirebilmeli. Bu konulardaki duyarlılığını yaptığı işe yansıtmalı. Eğer işin sahibi ise bireysel duyarlılığını yaptığı işin tüm aşamalarına dahil etmeli. Eğer bir organizasyonun parçası ise çalıştığı şirketin bu meselelere kayıtsız kalmaması için çaba göstermeli, üst yönetimleri etkileyebilmeli ve sonuçta şirketinin de kendisi gibi bu sorunların çözümüne samimiyetle yaklaşmasına neden olmalı. İşte o zaman buna kurumsal sosyal sorumluluk diyebiliriz. Dahası, şirketlerin yıllık performans karnelerinin bu saymış olduğumuz konularla ilgili alanlarda ne yaptıklarına dair paydaşlarının değerlendirmelerinden oluşmalı. Ne kadar kâr ettiklerinden değil!

Mesela bugünlerde çok ciddi bir su sıkıntısının eşiğindeyiz. Hangimiz su kullanımında bilinçli bir tercih yapıyor? Duş alma süremizi beş dakika azaltabildik mi? Haftada bir yıkattığımız arabamızı ayda bir yıkansa da olur diyebildik mi? Çalıştığımız iş yeri bu konuda ne yapıyor? Biz orada bu konunun gündeme alınması ile ilgili ne yapmışız? Başkalarına örnek olacak hangi uygulamaları üretmişiz?

Günümüzde dünyada 1,5 milyar kişi içilebilir su kaynaklarına ulaşamıyor. Buna temel hijyen için gerekli olan suyun miktarını da eklersek 2,5 milyar insanın çok ciddi bir su sorunu olduğu gerçeğini biliyoruz. 2030’larfda 4 milyara yakın insanın su sorunundan etkileneceği hesaplanıyor.

Ama “parayı değer olarak tanımlayan” tüketim ekonomisi bizi bireysel sorumluluklarımızla bu gerçekler arasında tercih yapabileceğimiz başka sorgulamalar yapıyor.

Örneğin bir çift kadın ayakkabısın üretimi için 8.200 litre su harcanıyor.

Herhangi bir t-shirt ‘ün mağazada karşımıza çıkması için 15.000 bardak suya ihtiyaç var. Bir t-shirt… Bir t-shirt.

Bizim bireysel anlayışımız için su meselesine karşı sorumluluk anlayışımız ne ise şirketler tarafında da durum özü itibariyle farklı değil. Çünkü oraları da bireyler yönetiyor, bizim gibi bireyler karar veriyorlar. Bunun sonucu olarak ya kendimizi bir anda Kara Cuma denen alışveriş çılgınlığının göbeğinde buluyoruz ya da doğaya uygun giyim markası Patagonia gibi “Bu ceketi satın almayın” başlığı ile çıkan reklamlarda…

Aslında bizim anlamak istediğimiz anlamdaki sorumluluk bilinci kâr hırsı ile bilenmiş şirketlerin işine gelmedi. Çünkü o şirketleri yönetenlerin performansları “para” karşılığı olan finansal enstrümanlarla ölçümlenmek için modellenmiş. Bu yüzden de doktorların sigara tercihlerinde Camel’in açık ara ön sırada olduğunun reklamını yapmak hiç de yadırganacak bir şey değildi. Aynen dünyanın en büyük 7 sigara üreticisinin CEO’ların 1994 yılında Amerikan Kongresinde yeminli ifade verirken “valla billa nikotinin sağlığa zararlı bir şeyi yoktur” anlamına gelen sözlerinin yadırganmayacağı gibi.

Geçtiğimiz aylarda dünyanın en büyük ilaç üreticilerinden Purdue iflasını istedi. Oxidontin isimli ağrı kesiciyi üreten şirket on binlerce kişinin ölümüne neden olmuştu ve sattığı ilacın uyuşturucu bağımlılığı etkisini hazırlattığı sözde bilimsel ısmarlama raporlarla reddediyordu. Ama asıl mesele gerçeklerin biliniyor olmasına karşın hırslı ve açgözlü pazarlama politikalarından hiç vazgeçmemişlerdi. 13 milyar dolarlık bir servetin sahibi olan şirketin sahibi Sackler ailesi üniversitelerden müzelere kadar adına sosyal sorumluluk diyebileceğimiz her alanda baş sayfalardan ve televizyon ekranlarından eksik olmayan bir aile olarak biliniyordu. Ama madalyonun diğer tarafında ABD’de her gün 130 kişinin bu ilacın kullanımından hayatını kaybettiği gerçeği vardı. Binlerce tazminat davası aleyhine sonuçlandı ve 10 milyar doları aşan tazminatlar karşısında iflasını istedi. Rakibi Johnson & Johnson da aynı yolun yolcusu. Şimdiden binlerce davacının yüklü tazminatları karşısında mahkemelerde aklanmaya çalışıyor. Ama her iki şirketin sorumsuzluk anlayışının temelinde agresif pazarlama stratejileri var. Son on yılda 400 bin kişinin bu ilaçların kullanımından dolayı öldüğü kayıtlarda duruyor.

Çok değil on yıl kadar önce ilaç endüstrisine ”etik uygulamaların” kitabını yazmış Merck şirketine ait Vioxx isimli ağrı kesici binlerce kişinin ölümüne neden olurken şirket yöneticileri daha etkili pazarlama planları yapmakla meşguldü. Onlar da açılan tazminatlar karşısında çaresiz kaldılar ve 2004’de ilacı piyasadan çektiler. İroni ise, Merck’in aynı yıllarda ilaç endüstrisinde etik uygulamaların yaygınlaşmasına yönelik kapsamlı çalışmalar yaptığı gerçeği.

“Güneşi Patentleyebilir misiniz?”

The New Atlantis

Oysaki 1950’li yıllarda çocuk felci aşısını geliştiren Virolog Jonas Salk tüm ısrarlara rağmen bu aşının patentini almamıştı. “Güneşi patentleyebilir misiniz?” sorusu ile ilaç endüstrisindeki etik anlayışa derin bir anlam yükleyen Salk eğer patentini almış olsaydı zaman içinde 7 milyar dolardan fazla bir paraya sahip olacaktı.

Yüz yılı deviren şirketlerden biri olan General Electric’in de başı dertte. Muhasebe ve mali işler kayıtlarında 30 milyar doları aşan usulsüzlük olduğu tespit edilen şirket kendini aklamaya çalışıyor ancak topluma ve hissedarlarına karşı sorumluluk anlayışı büyük hasar görmüş durumda. İtibarı yerlerde sürünüyor desek abartmış olmayız.

Sanayi devrimi beraberinde başarıyı şirketlerin ne kadar temiz enerji kullandıkları, suyu ne kadar bilinçli tükettikleri, çalışanlarını ve ailelerini ne kadar önemsedikleri, tedarikçileri ile ne kadar adil sözleşmeler yaptıklarını biçimleyen performans göstergeleri ile tanımlasaydı bugün başka bir dünyada yaşıyor olur muyduk?

Şimdi sorumluluklarla ilgili başka bir pencere açalım.

1984’de Apple Macintosh ile bilgi toplumu kapısı açıldı. Artık bilgiye erişim ve kullanım çok kolaydı. Benim küresel bireyler adını verdiğim oluşum bu sürecin bir parçası oldu. Yani yer yüzünde birbirini tanımayan insanlar aynı değerler üzerinden olan bitenlere tepki vermeye başladılar. Sivil toplum dinamikleri ağır basmaya başladı. 2000’li yılların başında Avrupa Birliği parlamentosundan geçen her 100 kanundan 82’sinde sivil toplumu temsil eden küresel bireylerin ağırlığı vardı. Hatta bunlardan bir tanesi, Public Eye 2005-2015 yılları arasında dünya liderlerinin ve kanaat önderlerinin bir araya geldiği Davos toplantılarına paralel bir başka toplantı yapıyordu ve “Dünyanın en sorumsuz şirketlerini” ilan ediyorlardı. İnsan haklarını ihlal eden, ekolojik çevreye duyarsızlığı olan, etik ve adil davranmayan şirketleri dünya kamuoyuna şikayet ediyorlardı.

Bu arada etik ve adil ticaret yükselen bir değer oldu. Dünyanın dört bir tarafında markalar etik sertifikasyonu alıyorlar ve bunu simgeleyen logoları ambalajlarının üzerine koymaya başladılar. Günümüzde 5,5 trilyon doları bulan etik ve adil ticaret hammadde temininden, üretime ve pazarlamaya kadar her aşamada insana, doğaya ve gezegene saygıda kusur etmemenin  göstergesi olarak kabul ediliyor. Belki rakiplerine oranla biraz daha pahalı ama aynı değerleri paylaşan tüketicilerin tercihi olarak yaşamımızın içine girdiler. Yani bu da küresel bireylerin ticaret yüzü.

Teknoloji beraberinde başka gündemler de yarattı; örneğin Edward Snowden Amerikan Güvenlik Ajansının herkesin bilgilerine nasıl ulaştığı, herkesin tüm iletişim ortamlarını nasıl izlediğine dair bilgileri kamuoyu ile paylaştı. Wikileaks’ın kurucusu Michael Assange devletleri yönetenlerin nasıl kirli bilgi ürettiklerini, büyük şirketleri paraları vergi cenneti adalara nasıl kaçırdıklarını, nasıl akladıklarını gün ışığına çıkaran bilgileri paylaştılar. Şimdi bu arkadaşlar hain mi kahraman mı tartışması yapılıyor dünyada. Sorumlu mu davrandılar, sorumsuzluk mu yaptılar?

Ve nihayet yapay zeka toplumu ile tanıştık. İlk yapay zekâ çalışmalarını çok değil 60 yıl önce Alan Turing başlatmıştı. Bugün yapay zekâsız bir hayatı düşünemiyoruz bile! Bize hizmet etsinler diye geliştirdiğimiz yapay zekâya doğru mu ilerliyor insanlık, yoksa insanlığın hizmet edeceği yapay zekâya mı? Hayatımızı algoritmalar yönetiyor. Öyle ki gelişimi takip etmemiz fiziken mümkün değil. Tam bir sorumluluk açmazına girdiğimiz dönemin içindeyiz. Ortada büyük veri var. Bunu kim, ne amaçla kullanacak?

Netflix’deki Sosyal Açmaz belgeselini izlemişinizdir. İnovasyonun arka planındaki masum, sade, basit buluşlar bir anda seçim kampanyalarının sonuçlarını etkileyebilecek büyük veri ambarında siparişlere dönüşebiliyor!

Dört bir taraftan kuşatılmış bir çaresizlik içinde büyük veri ambarının kullanıcıları tarafından hayatın içinde bir yandan ana oyuncu oluyoruz ama hemen yanı başında figüran kıyafetlerimiz duruyor.

Özel yaşam diye bir şey kalmadı. Örneğin Çin yüzbinlerce kamera ile gözetim altına aldığı vatandaşlarına sosyal etki puanı veren bir uygulamayı yapıyor on yıldır. Kurallara uyan, toplumsal duyarlılık gösterenlerin puanları artıyor, duyarsız davrananların puanları düştüğü gibi ağır cezalardan da kurtulamıyorlar. Yani kim sorumlu kim sorumsuz gözetim ekranlarına yansıyor!

Sapiens’n yazarı Harari’nin Davos konuşmasından kısa bir alıntı yapayım;

İnternette dolaşırken, sosyal medyada vakit harcarken ya da video izlerken algoritmalar göz hareketlerimizi, kalp atışlarımızı, zihin aktivitelerimizi takip ederek bizi profilleyebilecek. Reklamlar bize ürünlerini pazarlarken cinsel eğilimlerimizi dahi bilerek kişiselleştirme yapacaklar. Biz bunun farkında olmayacağız ancak onlar olacaklar. Bizim tutkularımızı okuyup ona göre teklifler sunacaklar. Bu çağ bir ‘dijital diktatörlük’ yaratabilir.”

Büyük göz altı olarak tanımladığımız hem gözetlemeye hem de fişlenmeye dayalı toplumsal paradigmanın iki bacağı var. Bir tanesi yönetenlerin ellerindeki bu gücü kendi çıkarlarını korumakla ilgili istedikleri gibi kullanabilecekleri gerçeği. Diğeri ise, küresel bireylerin aynı teknoloji ile yönetenleri gözetleyebileceği, bilgiyi işleyebileceği ve Snowden ve Assange’ın gerçekleştirdiği gibi gündemi ve gidişatı etkileyebilecek bir sivil toplum hareketinin eş zamanlı deneyimlenebileceği olasılığı.

2020’de Amerika Birleşik Devletler’inde pandeminin yanı sıra gündemi işgal eden ırk ayrımcılığına karşı yükselen toplumsal ses bir şeylerin habercisi sanki.

Tarihte kahramanlıkları nedeniyle heykelleri dikilen köle tüccarlarının ve devlet adamlarının statülerinin yıkılması denizin dibini boylamasına varan tepkiler aynı değerleri paylaşan insanların ortak hareketi olarak hayatımıza yansıdı. Hareketin çok kısa bir süre içinde çok yaygın kabul görmesi tabii ki teknolojinin erişim gücü ve bilginin bu kanallarda işlenmesinin neticesinde oldu. Bunu da gerçekleştirenler sivil toplumun aktörleriydi. Bu hareket belki ABD’de başladı ama bir anda tüm dünyanın gündemi oldu. Kimse bu konuda sokağa çıkmak, o heykellere yumurta atmak için örgütlenmemişti.

Sokaklarda bunlar olup biterken markalar cephesinde ise Nike cesaretli bir çıkışla ırk ayrımcılığını protesto ettiği için Amerikan Ulusal Futbol Liginden ömür boyu boykot alan Colin Kaepernick’i reklam yüzü olarak kullandı. Ünlü krep markası Aunt Jamie asırlık görseli Afrikalı Amerikalıyı logosundan çıkarttı. Birçok marka ırk ayrımcılığı meselesine gösterdiği duyarlılığı oldukça radikal uygulamalarla toplumun karşısına çıkardı.

Ama öyle bir noktaya kadar geldi ki Başakşehir – Paris St. German futbol karşılaşmasının 4. Hakeminin Galatasaray’ın Afrikalı yöneticisine söylediği ırkçı sözler yüzünden maç durduruldu. Her iki takımın ortak kararıyla oyuncular sahadan çekildi. Dünya basınında bu olay geniş yer aldı. Duyarlılık küresel ölçekte kabul görmüştü.

Çünkü etik bunu gerektiriyordu. Küresel bireylerin dünya vatandaşlığına yolculuğu zamanın ruhuna uygun bir biçimde evrensel değerlerde buluşmaya doğru gidiyor aslında. Önemli olan “an geldiğinde vaz geçebilmek”. Belki o an kaybedeceğiz gibi görünecek ama aslında kazanacağız. Bu nedenle sorumluluğun önce sosyal sonra kurumsal olabilmesi için dünya vatandaşlığına doğru bir kariyer yolculuğu yapabilmemiz lazım. Bu yolculuğun omurgasını da “etik” anlayışımız oluşturma. Çünkü bir şeylerden vazgeçmek, adil, hakkaniyetli, dürüst ve hesap verilebilirlik ilkeleri ile yaşamak vazgeçmeğe değer.

İşte aşağıdaki kısa film yaşamın içinde nerede durmamızın “anlamlı” olacağının bir göstergesi. Beknaz olabilmek!

Henüz yorum yok.

Ne düşünüyorsun?

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir