Sign up with your email address to be the first to know about new products, VIP offers, blog features & more.

Şirketler Aldıkları Sorumluluklar Kadar İtibarlı Olabilirler (*)

Bugünlerde bir kitap okuyorum: “Pratik Yönetim Felsefesi”… Yazan Konosuke Matsushita. Yani 20. yy’ın en yenilikçi ve yaratıcı markalarından biri olan Panasonic’in kurucusu.

1894 Wakayama/Japonya doğumlu olan Matsushita’nın tek kitabı değil tabii ki bu okuduğum. Diğerlerine internet ortamında göz attım. Özünde “başarı” odaklı yönetim felsefelerinin günlük hayatın içinde hangi karar ve süreçlerde oluştuğunu pratik olarak anlatan bir deneyimler paylaşımı yazdıkları…

Daha 9 yaşında iken “çırak” olarak girmek zorunda kaldığı iş hayatının her aşamasını kitaplarında anlattığı “ilkeler” ile yöneten Matsushita başarısını da bu ilkelere olan tutkusu ve kararlılığına borçlu olduğunu söylüyor.

Onun da değindiği gibi iş hayatı; kaliteli ürünler üretin, fiyatları makul olsun, tüketiciye değer verin, tedarikçilerinizi koruyun ve takdir edinden ibaret değil! Onun deyişi ile “iş hayatında ön sıralarda yer almak ve tutunabilmek için bunlardan daha fazlasını gerçekleştirecek bir misyonları olması lazım”.

 “ Yapılan işin bir ruhu olması lazım”

İlk kez 1932 yılında 2. Dünya Savaşından önce bu konudaki düşüncelerini çalışanlar ve tüketiciler ile paylaşmaya karar veren Matsushita yaptıkları işin bir “ruhu” olması gerektiğinden söz eder. “Ancak bu ruhun kokusunun yapılan işin bütününe sinmesi halinde ne yaptığınız anlamlı ve kalıcı hale gelir” der.Savaş sonrasında da sahip oldukları yönetim felsefesi ile Panasonic’in hızla toparlandığına tanık olunur. Matsushita kısaca; insanlığın ve doğa kanunlarının özündeki temel gerçekliğin kararların özünü oluşturan bir yönetim felsefesine güvenebileceğimizi bunun sadece Japonya için değil tüm pazarlarda geçerli olacağını vurgular.

Bunun sonucu olarak da şirketlerin nihai hedefinin “kâr” etmek olmadığını, topluma değer katan, katkı yapan işlevleri olduğunu söyler. Panasonic’in kurucusu Matsushita iş yönetiminin misyonu bu şekilde tanımlandığında “kârın” kendiliğinden oluşacağını belirtir.

Günümüzdeki küresel rekabet için sayısız yararlı ip uçları ile dolu olan Konosuke Matsushita’nın deneyimlerinden yola çıkarsak hayat bizi adına “sorumluluk” dediğimiz kavrama çıkarıyor.

Eğer kurum itibarı şirketimizin marka değerini %80’lerine varan oranda etkiliyor ise itibarın bu sorumlulukların içinen geldiği gerçeğini görmezden gelemeyiz.

Matsushita’nin 100 yıl kadar önce inandığı, peşinden gittiği, onbinlerce çalışanı ile paylaştığı yönetim felsefesi aslında bu sorumlulukların neler olduğu ve bunlar karşısında nasıl bir kurumsal davranış sergilenmesi ile ilgili.

“Our Credo”

J + J

Aynı şekilde Johnson & Johnson’ın hiç bir kelimesini düzeltmeden günümüzde geçerliliği koruyan “Our Credo” adını verdikleri ilkeleri 1942 yılında kurucuları tarafından kaleme alınmıştı. Günümüzde Johnson & Johnson’da işe başlayan birinin ilk yaptığı iş bu ilkeleri okumasıdır.

Şirketi 1980’lerin başında Tylenol adlı ağrı kesicisine bir psikopatın musallat olması nedeniyle masum insanlar ölürken Johnson & Johnson’ın imdadına “Credo” yetişti ve resmi kurumlar, medya ve toplumla açık ve şeffaf iletişim onlara yıllar boyu kimsenin sahip olamayacağı itibarı getirdi.

Keşke aynı şeyi Union Carbide için söyleyebilseydik. Zehirli kimyasal üreticisi Union Carbide ‘ın aynı yıllarda Hindistan’ın Bhopal tesislerindeki üretim sırasında oluşan kimyasal sızıntı yöredeki 500 bin kişinin etkilenmesine neden oldu. 3787 kişinin ölümüne binlerce kişinin de ömür boyu farklı rahatsızlıklarla yaşamak zorunda kalması ile sonuçlanan faciayı ört bas etmek için harcanan para önlemlerin alınması için harcanmış olsaydı belki de böyle bir felaket yaşanmamış olacaktı. Ama Union Carbide’ın yönetim felsefesindeki “ruh” pek Matsushita’nın tanımladığı olgunlukta değildi.

Kendi alanında lider olan ve rekabet gücü yüksek olan şirketlerin ortak noktaları işi sadece “iş” olarak görmedikleri, topluma ve doğal yaşama karşı da sorumlulukları oldukları şeklindedir. Durum böyle olunca “üretelim-satalım-para kazanalım” değil içinde yaşadığımız topluma ve dünyaya “değer” katalım şeklinde bir yönetim felsefesi ile işi yönettiklerine tanık oluruz. Bu değerin günümüzdeki karşılığı hayatımıza ‘etik’ olarak giriyor”…

Yani yasaların, yönetmeliklerin, resmi talimatların bittiği yerden sonra vicdanımızla başbaşa kaldığımız ve bir şekli ile toplumla “günün birinde” hesaplaşacağımız davranışımız…

“Bir itibarlı olma yarışıdır gidiyor”

beyazatlıpress

Son yıllarda iş dünyasında itibarlı olma yarışı başladı. İtibarlı olmanın iş sonuçlarına olumlu katkıları ortaya çıktıkça daha çok sayıda şirket “itibar liginde saf tutmak“ istiyor.

Ama unuttukları bir şey var; itibar yönetimi bir proje değil bir ”felsefedir”! Topluma, doğaya ve iş hayatının temel ilkelerine karşı olan sorumluluklarımızın ne oranda kılcal damarlarımızda dolaştığının karşılığıdır itibar. Kurumsal hayatın DNA’sının içinde var olup olmadığı meselesidir.  Yani hayatın kendisine karşı “etik” olup olmadığımızla ilgilidir!

İnsan kaynakları, satın alma, tedarik, pazarlama, reklam, rekabet vb. konularda “hep bana hep bana” politikaları yerine “köşe başındaki zeytin ağacından sorumlu olma” meselesidir itibar. Fabrika kapısında soğukta kendi nefesleriyle ısınmaya çalışan sokak hayvanlarının gece bekçisinin bireysel sevgisi ile değil kurumsal sevgi ile kucaklanması meselesidir.

Tüketiciyi imzalamak zorunda bıraktığımız  o karınca yazılı sözleşmelerle arkasından dolanıp bir ömür boyu sövüşlemeye kalkmadığımız zaman itibardan söz edebileceğimizi bir kenara kaydetmek gerekir.

“Sorumluluklarımızın kapsama alanı kadar itibarlıyız”

 Sorumluluklarımızın kapsama alanına nelerin girdiği ya da girmediği yönetim felsefemizdir. “Üretelim-satalım-para kazanalım, gerisi bizi ilgilendirmez” de bir felsefedir, “üretirken, satarken, para kazanırken içinde yaşadığımız topluma değer katacak bir anlayışı bu sürece katık etmemiz” de bir yönetim felsefesidir!

Yönetim felsefemiz ikincisi ise, çalışanlarımızı işe getirip-götüren servis şoförünün trafik kurallarına ne kadar uyumlu olduğu, nasıl giyindiği ve konuştuğunun aksaksız denetlenmesini de kapsar, yemekhanede çıkan yemeklerle ilgili hijyen koşullara ne kadar uygun davranıldığının en üst düzeyde kontrolunu da.

2000’li yılların başında British Telecom daha iş dünyasında “sürdürülebilirlik raporlaması”  doğru dürüst telaffuz bile edilemezken binlerce tedarikçisine “üçlü raporlama” yapma zorunluluğu getirmişti. Böylece, kendi eko sistemi içinde evrensel geçerliliği olabilecek ve ekonomik, sosyal ve çevresel performansını tedarikçilerinden başlatan bir sorumluluk anlayışını hayata geçirmişti.

Easyspace

Biraz daha gerilere gittiğimizde “adil ticaret” kavramı ile tanışıyoruz. 1990’ların başında Green & Black çikolatalarının kurucuları Craig Sams ve Josephine  Farley sorumluluklarının kapsamının hammadde temin ettikleri az gelişmiş yörelerin sadece ekonomik değil, sosyal ve çevresel boyutları ile de ilgili olduğunu ilan ettiler. İş gücü için rakiplerin üstünde fiyatlama yaparlarken çiftçilerin eğitimi, çocuklarına okul desteği, yöresel kalkınmaya destek gibi konuları sorumluluklarının içine aldılar. Onların bu uygulamalarının içinden bugün 74 ülkede binlerce şirketin benimsediği ve bir sertifikasyon süreci ile desteklediği “adil ticaret” kavramı çıktı. Yakın bir gelecekte bu sertifikasyona sahip olmayan üreticiler Avrupa Topluluğu kamu ihaleleri süreçlerine dail olmayacaklar!

İster 5 kişilik ister 5 bin kişilik şirket olalım her yıl dünyada 50 milyon ton civarında oluşan e-atık sisteminin bir parçası mıyız, değil miyiz? 1,5 milyarı aşkın insan içilebilir nitelikte suya erişemezken bir akıllı telefonun üretilmesi için kullanılan 12,500 ton su bizim sorumluluk alanımız içinde nerede duruyor? Sayıları dünyada 200 milyonu geçmiş olan mülteciler meselesinin bizim işimizi ve geleceğimizi etkilemeyeceğini mi düşünüyoruz? Yer yüzünde 600 milyonu aşkın ve “engelli” olarak tanımlanan insanlara karşı kapı arkasında durup birilerinin bir şeyler mi yapmasını bekleyeceğiz? Hayvanlar, kadınlar, çocuklar, tarım arazileri, su kaynakları, bitki örtüsü, rüşvet, yolsuzluk, suistimal… Var olmamızla doğrudan ilgili ve eko sistemimizin doğal uzantısı olan konulara karşı ne kadar sorumlu isek o kadar itibarlıyızdır!

İtibar ligine girmek isteyen şirketlere duyurulur!

(*) TEİD, Etik ve İtibar Derneği IN Kış 2018 sayısında yayımlanmıştır.

 

1 Response
  • Bilal Nahçıvan
    Ocak 10, 2019

    Salim Bey,

    Çok haklısınız Türkiye’de işçilerine verdikleri yemeklerde kurt çıkan şirketler yağ çekip birinci oluyor. Böyle sorumsuzluklar iç denetimden geçip en iyi şirket seçimlerinde ortaya konulmalı.

    Eğer senede 110 kişi iş davası açmışsa o şirketin IK si haysiyetsizdir. Birinci olmamalı.

    Ne düşünüyorsun?

    E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir