Sign up with your email address to be the first to know about new products, VIP offers, blog features & more.

Hakimler, Hekimler, Hakemler ve CEO’lar… (*)

 

TEİD tarafından üç ayda bir yayımlanmakta olan IN dergisinin Kış 2017 sayısında yer alan yazımı blogumda paylaşıyorum. Yayımlandığı hali ile TEID KIŞ 2017 buradan  okuyabilirsiniz.

 

Kırmızı Düğme

Önce bir canlandırma; ileri teknoloji harikası bir kumanda masasının tam ortasında bir “kırmızı düğme” var. Ve bu düğmeye basılması halinde yer yüzünde yaşam sona erecek. İnsanlık dahil tüm canlılar nükleer bir toz bulutunun zerrecikleri halinde oraya, buraya savrulacaklar. Doğal yaşam kendini tarih öncesine dönüştürecek!
Korkunç değil mi? Ürpertici. Tüylerimizi diken diken eden, geceleri uykumuzdan uyanmamıza neden olabilecek bu sahne belki bilim-kurgu filmlerine yakıştırılabilir ancak dünyanın nükleer silah kapasitesininin yıkım gücünü dikkate aldığımızda hiç de abartılı değil.
Yapay zeka çağına girdiğimiz bu dönemde, bu zamanın ruhuna uygun olarak soruyu soralım o zaman; o kırmızı düğmeye basma olasılığı olan robotları üretecek robotları denetleyecek olan robotları hangi robotlar üretecek?
Dünyamızın yatalak bir hastaya dönüşmesine ramak var. Tedavisi için akılcıl çözümler üretmek bir yana, hastalığın ilerlemesini kışkırtmaktan başka bir şeylerin yapılmadığı bir dönemden geçiyoruz.

İklim değişikliğinden hepimiz nasibimizi alıyoruz. Gıda krizi kapıda. İçilebilir su kaynakları tükeniyor. Nedenini bilmediğimiz salgın hastalıkları milyonlarca can almaya devam ediyor. Yoksulluk ve açlık artık sadece dünyanın bazı bölgelerine ait bir sorun değil, her ülkenin sorunu. Sıcak savaşların kapsama alanı herkesin kapısının önünde. Yani insanlık elbirliği ile yaşadığı dünyanın sonunu hazırlıyor.
Ama şurası bir gerçek ki, tarih boyunca insanlık hep “daha iyi bir yaşam” için bir sonraki aşamaya geçmiş. Geçmesine geçmiş ama gelinen nokta özetle böyle; bu gezegeni el birliği ile yok etmek üzere kurgulanmış bir makina sanki insanlık.

Tarimdanhaber

Suçlu “buğday”

Prof. Yuval Harari’nin “Sapiens” isimli kitabı bir kısmımız için “zaten bilinen şeylerdi”, bir kısmımız için ise “ezberleri bozdu”. Kitabı okuyan herkes gibi benim çıkarımlarım da kitabın içeriğine uygun. Harari de kitabın çeşitli yerlerinde bu “temel soruna” değinmiş ama ben ondan esinlenerek kendi yorumlarımı aktarayım.
Önce bir suçlu aramamız gerekiyorsa, ben buldum: “buğday”! Avcı toplayıcı yaşayan insan topluluklarının buğday tohumu ile tanışmaları ve bu tohumdan daha çok buğday elde edebilecekleri “bilgisi” sonun başlangıcı. Çünkü insanlık bu bilgiyle bir sonraki aşamaya geçerken kendisi gibi başka insanlara da pusu kurmuş oldu. Bu bilginin tuzağından habersizdik ve avcı toplayıcılığı terk ederek “yerleşik” yaşamı tercih ettik. Belki AVM’ler, toplu konutlar için çok erkendi ama insanlık “biz ve onlar” şeklinde ikiye ayrıldı. “Onlar” hep kötü olanlar, toprağımızda, tahılımızda, malımızda, mülkümüzde, petrolümüzde şuyumuzda buyumuzda gözü olanlardı. Ama sıradan bir buğday tohumu bilgisinin işlenmesi insanı “tarım devrimine” taşıdı. Daha iyi bir yaşam mıydı bilinmez ama ikinci inovasyon “yazının icadı” olarak karşımıza çıktı. Yine bilgi ile insanlığın bir başka sınavı. Beraberinde ticaret şekillendi, hesaplar, kitaplar, astronomik bulgular… Tabletler üzerine kitaplar yazıldı. Hammurabi kanunları ile hukuk, Kadeş anlaşması ile savaşlar belgelendi.

Ve çok fazla bilgi bize “atom bombasını” getirdi!

Yazı insanlığa çağ atlatan mirasını 1400’lerde Gütenberg’in matbaasına devretti. İncil ilk kez basılarak çoğaltıldı. Kilisenin egemenliğine son veren insanlık “bilgi” ile başka bir yaşam biçimine doğru yolculuk yapmaya başladı. Bu yolculuğun ara istasyonlarından biri “sanayi devrimi” olarak anıldı. İcatlar, buluşlar ve bunlara dayalı teknoloji birbirini kovaladı. Savaşlar bir “iş modeli” haline bu gelişimin sonucunda dönüştürüldü. “Para” finans oldu. Petrol “enerji”. Top, tüfek, bomba ise “savunma” sanayi! Bu üçlünün kolkola girmesi beraberinde dünya savaşlarının “icat” edilmesine ve savaşlarla yıkılanların yeni baştan imar edilmesi ise “ekonomi ve kalkınma” oldu. Bu kazan kazan modelinin ardında Gütenberg’in bilgiyi bir makina ile işleme becerisinin arkasına dizili yüzyılların içine nakış gibi işlenmiş, sanayi devrimi ile vücut bulmuş “daha güzel bir yaşam” tablosu vardı. Bu tablo insanlığa hem atom bombasını hem de Aya gitmeyi resmetti.

Bitmedi. 1980’lerle bilgi çağı başladı. İnsanlığın bilginin işlenmesi ile bir başka sınavı tarihe kişisel bilgisayarlara adını veren Macintosh ile geçti. Artık gizli saklı bir şey olmayacak ve yaşam daha güzel olacaktı! Tabular yıkılacak, devletler şeffaflaşacak, bireyler özgürleşecekti. Aradan geçen yıllar durumun hiç de hayallerimizin şekillendirdiği gibi olmadığını ortaya koydu. Bilgi çağının makinaları hepimizi “fişledi”. Yatak odalarımızda bile gizlilik kalmadı. Ne yediğimizden, ne içtiğimize, nereye gittiğimizden, ne aldığımıza kadar herşey devletin BBG’lerin gözetimi altında. Bir kez daha “bilgi” ile sınav yaşamı daha güzel yapmadı. Ama bu bilgi tarihin akışına uygun olarak bir başka devrimi kapımızın önüne getirdi: “yapay zeka”! Robotları üreten robotlar.

Sabıka sicili kabarık insanoğlu!

Şimdi soruyu tekrar soralım;

O kırmızı düğmeye basma olasılığı olan robotları üretecek robotları denetleyecek olan robotları hangi robotlar üretecek?

Onbin yıllık insanlık tarihine baktığımızda insanlığın bilgiyle buluşması bunu işlemesi ve sonrasında “daha iyi bir yaşam adına” şekilendirmesi pek de mutlu sonla bitmemiş! Gelecek için kaygılanmamıza neden olan sabıka sicili oldukça kabarık bir dosya var önümüzde!

İnsanlık tarihi boyunda yaşam böyle şekillenirken toplumsal yaşamın omurgası olan üç meslek aynı değerlerden beslenmeye özen göstermiş; hakimler, hekimler ve hakemler. Tarihin her döneminde, her toplumunda bu üç meslek kendi kültürü içinde var olmuş. Toplumsal yaşamın dinamiği, dinginliği, sorunların/ihtilafların çözümü ve tedavisi bu üçlüye emanet edilmiş. Adalet, etik, sorumluluk, hesap verilebilirlik bu üçlünün “kutup yıldızı” olmuş. Her birinin misyonunu tanımlayan “yeminleri” bu beklentileri toplum adına karşılamak için var.

CEO’lar yemin eder mi?

Oysa, dünyamızın hasta yatağına düşmesinde başrolü oynayan CEO’ların yemini başka. O yemin metninde üç ayda bir şirket hissedarlarına “bu dönemde şu kadar para kazandıktan” başka bir şey bulunmuyor. Doğanın kendini yenileyememe yetkinliğinin sanayi devrimi ile ivme kazandığı ve küresel pazarın şirketler aracılığı ile 20. yüzyılda şekillendiği dikkate alınacak olursa son yüz-yüzelli yılın bilançosudur dert ettiğimiz. Hakimler, hekimler ve hakemler gibi “bazı şeyleri” dert etmemiş CEO’lardan söz ediyoruz. Çünkü, “CEO’ların” hakimler, hekimler, hakemler gibi “yemin etmesi“ gerekmiyor!

Belki yemin etmiyorlar ama “vizyon, misyon, değerler” gibi tılsımlı bir omurganın üzerinde işlerini yönetme çabası içindeler. Bir başka açıdan bakarsak onların “yemini” sayılabilecek bir belgedir bu. Küresel şirketlerin en tepesindeki yöneticilerin 1990’larla birlikte keşfettikleri toplam kalite yönetimi seferberliğinden geriye kalan; çok azının yaşama geçirildiği ama şirket duvarlarında süslü çerçevelerle dekoratif öge özelliğini aşamamış bu belgelerdir. “En çok satan, hizmet ağı en yaygın, yeni pazarların iddialı oyuncusu, kaliteden ödün vermeyen, tüketicinin şaşmaz tercihi, müşteri talep ve beklentilerini en üst düzeyde karşılamak, ilk olmak, en iyi olmak, dünya markası olmak, ilk beşe girmek ” gibi sığınakları olan vizyon ve misyon ifadeleri, uygulamada hiç bir zaman hiç bir karşılığı olmayan “değerler” battaniyesi ile örtüldü!

Zaten sorun da bu!

Tvs

Vizyon-Misyon-Değerler dediğimiz nedir ki?

İnanmadıkları bir “yemin” nedeniyle hakimler, hekimler ve hakemler sınıfına giremediler. Kimse onlardan, kendi geliştirdikleri “vizyon, misyon ve değerlerin” hesabını sormadı. Bilançonun son satırına böyle bir şey yansımıyordu. Kullandıkları tüm kaynakların gerçek sahibi olan toplumun değil, yarın var olup olmayacakları bile belli olmayan şirketlerin çıkarları “vizyon, misyon ve değerlerde” buluşuyordu!

Ve son perde… Kaynaklar kaynağında tükenmeye başladı. O iddialı cümlelerin sahipleri üretim yapabilecek hammadde bulabilmenin sıkıntılarını duymaya başladılar. Doğa matematiksel olarak tükendi! Günde bir kaç dolara geçinmek durumunda olan insanların sayısı dünya nüfusunda önemli bir yer işgal ediyorlar. Yoksulluk, hastalıklar, sıcak savaşlar veya ekonomik nedenlerle kitlesel göçler zengin ülkelerin zenginliklerini yaşadıkları surların içine akmaya başladı. Terörün yönettiği bir gündem alışılmış devlet yönetme alışkanlıklarını yerle bir etti. 1989’da Berlin duvarı, 2008’ de Wall Street duvarı yıkıldı ve ezberler bozuldu. Bu duvarların taşlarının altında kaldı kalıplaşmış vizyon-misyon-değerler cümleleri.

Geriye, bu gezegenin sürdürülebilirliğinin güvence altına alınması kaldı. Dünyamızın doğasıyla, insanıyla, yaşam biçimi ve kültürleri ile  gelecek kuşaklara aktarılabilmesinin dışında bir “varlık nedeni” söz konusu değil artık. Hangi işi yapıyorlarsa yapsınlar CEO’ların bir üst sınıfa terfisini mümkün kılacak vizyon ve misyonları burada şekilleniyor.
CEO’ların çocuklarımıza ait bu kaynakları yenileyerek yönetmeleri bilançoların son satırını  adillik, şeffaflık, sorumluluk ve hesap verebilirlik şeklinde okumaları ile mümkün.
Bilgi çağı sonrasında geldiğimiz “yapay zeka” devriminin ürpertici görünümünde düğümlenen yer burası. Çünkü o robotları yapay zeka üretecek. Yapay zekanın üretildiği yerde işin içinde hakimler, hekimler veya hakemler yok. CEO’lar var!

Bir daha soralım: o kırmızı düğmeye basma olasılığı olan robotları üretecek robotları denetleyecek olan robotları hangi robotlar üretecek? Bu robotları üretecek şirketlerin CEO’ları kim olacak?

(*) Türkiye Etik ve itibar Derneği’nin IN Kış 2017 sayısında yayımlanmıştır.

Henüz yorum yok.

Ne düşünüyorsun?

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir