Sign up with your email address to be the first to know about new products, VIP offers, blog features & more.

Hangi “aşı” ve ne için?

 

BrandMap Aralık 2020 sayısındaki yazım “hangi aşı ve ne için?” başlığını taşıyor. Yazının yayımlanmış halini buradan BM41-SK okuyabilirsiniz.

Binlerce yıl öncesine uzanan “etik” kavramının önümüzdeki günlerde yüksek perdeden konuşulacağına tanık olacağız ! Covid-19’a karşı bağışıklığı sağlayacak olan aşıların gündeme geliyor olması insanı böyle düşündürüyor. Ancak kökenine indiğimiz zaman meselenin sadece koronavirüsten ibaret olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

Önce yakın geçmişimizden kısa bir dünya turu yapalım.

Takvimler 1960’ların başını gösterdiğinde İsveç’te enteresan gelişmeler oluyordu. İsveçli mühendis Sten Gustaf Thulin günümüzde çevre kirlenmesinin baş aktörlerinden biri olan plastik alışveriş poşetini ortaya çıkardı. 1965’de “Celloplast” adı ile patentlenen bu buluşun arkasındaki mantık çok masum, “çevreci” ve gezegenle dost olma iddiasındaydı! Thulin, o günlere kadar alışveriş sırasında kullanılan kâğıt torbaların büyük bir “ağaç kıyımına” yol açtığını görüyordu. Bunun yerine herkesin çantasında, cebinde taşıyabileceği, dayanıklı bir malzemeden yapılmış çok kullanımlık poşetlerle milyonlarca ağacın kesilmekten kurtarılabileceğini öne sürüyordu.

Nitekim kendisi “rol model” oldu ve kullanımı teşvik etti. Fikir kabul gördü, küresel boyutta desteklendi, yaygınlaştı. Ama sonuç ortada; sadece ABD’de yılda 100 milyardan fazla plastik poşet tüketiliyor. Bunun üretimi için 12 milyon varil fosil enerji kaynağı kullanılıyor.

Her tükettiğimiz plastik poşetle ilgili suçluluk duymak yerine hep bunları üretenleri hedef tahtasına koyma kolaycılığı ile gezegeni kirletmedik mi?

Nobel ödülü ile gelen itibarsızlık!

Renksiz ve kokusuz bir kimyasal madde olan DDT ilk kez 1874 yılında sentezlendi. Yaygın kullanımına ise böcek öldürücü etkisi İsviçreli kimyager Paul Hermann Müller tarafından keşfedildikten sonra 1939’da başladı. İkinci Dünya Savaşı’nda sıtma ve tifüsün önlenmesine katkı sağlayan DDT, bu sayede Müller’e 1948 Nobel Ödülü’nü kazandırdı.

DDT’nin parlak günlerinin sonu ise 1960’lı yıllarda geldi. ABD’li biyolog Rachel Carlson, Sessiz Bahar isimli çalışmasında DDT’nin yalnızca zararlı böceklere değil başta kuşlar olmak üzere doğadaki başka canlılara da zarar verdiğini ortaya koydu. Ayrıca DDT’nin dolaylı olarak insan sağlığını da etkilediği ve kanserojen etkileri olduğu tartışılmaya açıldı.

Sonuçta DDT’nin faydadan çok zararı olduğu anlaşılınca tarım alanlarında kullanımını yasaklanmaya başladı. İlk olarak 1968’de Macaristan’da, 1972’de ABD ve Almanya’da, 1984’te İngiltere’de ve daha birçok ülkede yasaklandı. Türkiye’de ise DDT’nin kullanımdan kalkması 1987 yılında oldu. Ancak yasakların tamamıyla uygulanması için 2000’li yılları beklemek gerekti.

Sonuç ortada; günümüzdeki kanser hastalığının küresel çapta tırmanışının arkasında uzun yıllar DDT ile “beslenmiş” tarlalar ve suların etkisi olduğunu açıklıyor bilim dünyası.

Ama bizler, tüketirken bu gerçekle yüzleşip ayağa kalkmaya cesaret edemedik! Şu anda Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar konusunda aynı aymazlığı yazışıyoruz.

Dünyanın en büyük sigara üreticilerinin CEO’ları 1950’lerden beri nikotinin sağlığa zararları ile ilgili bilimsel yayınlar olmasına karşın 1994 yılında ABD kongresinde yeminli ifade verirken ”valla billa sigara sağlığa zararlı değildir” mealinden görüş belirtiyorlardı.

Biz kulak arkasına “yedek” sigara koyar gibi bilimsel verileri ciddiye almadığımız gibi bunlara tanık olurken sigara üstüne sigara yaktık. Yalan söyleyenlerden de hesap sormadık.

Bitkisel bazlı hamburger!

Et seviyoruz ve tüketiyoruz. Çiftlik ortamından sanayiye dönüşümünün günümüzde geldiği nokta ile ilgili bir haber;

Araştırmalar, dünyadaki sera gazı emisyonlarının en az yüzde 15’inin kaynağının hayvan yetiştiriciliği olduğunu gösteriyor. Bu oran, hava ve kara trafiğinin yol açtığı sera gazı emisyonundan daha yüksek. Hayvanların sindirimi atmosfere metan gazı salımına neden olurken, gübre üretimi CO2 yayıyor.

Hayvanların üretim, ulaşım ve dağıtım aşamalarında çevreye verilen zararla birlikte hayvansal atıklar da doğayı ve suları kirleten başlıca faktörlerden.

Et üretimi aynı zamanda su tüketimiyle de yakından ilişkili: 500 gram inek eti üretmek için yaklaşık 7 bin litre su tüketmek gerekiyor. Bu rakam buğday ve pirinç için kullanılanın 10 katı.

Son yıllarda bitki temelli “et üretimi” yaygınlaştı. Hatta McDonalds, Burger King gibi hamburger zincirleri bitki temelli ürünlerini menülerine koydular. Ama derin dondurucularımız ağzına kadar tıka basa her türlü et ürünü ile dolu!

Obeziteden ölenlerin sayısı açıktan ölenleri geçti!

 

American Nutrition Society

Lancet Tıp dergisinde yayımlanan araştırmaya göre 2010 yılında 3 milyonu aşkın kişi aşırı kilonun yol açtığı hastalıklardan dolayı öldü.

Bu sayı, dünyada aynı yıl açlık yüzünden ölenlerin 3 misli.

Şeker, kanser ve kalp hastalıkları eskiden görülmeyen ülkelerde yaygınlaşmaya başlıyor.

46,5 milyon insanın öldüğü 1990’a göre artış var ama dünya nüfusunun genel sağlığı, araştırmaya göre 20 yıl öncesine göre çok daha iyi.

Araştırmaya göre her 4 ölümden biri kalp hastalığı ya da beyin kanaması nedeniyle meydana geliyor, 1,3 milyon ölüm de şeker hastalığına bağlı.”

Bir tarafta obeziteye bağlı hastalıkların başını çeken kolesterol, yüksek tansiyon ve şeker gibi rahatsızlıklar için geliştirilen ve pazarlanan ilaçlar bunları üreten ilaç şirketlerinin itibar sıkıntısı… Diğer yandan obeziteli dünyanın ayrılmaz bir parçası oluyoruz ve her gün bir şey yemeden akşamları uyumak zorunda kalan bir milyara yakın insanın rüyalarımıza bile girmesine izin vermiyoruz. Dahası nedense “hastalıkların tedavisi için geliştirilmiş ilaçlar hastalara bir türlü neden ulaşmıyor” diye sorgulamıyoruz.

Çünkü sorunlar aynı virüsten besleniyor. Etik ve ahlaki değerlerin halı altına süpürüldüğü bir yüz yıldan geliyoruz.

Enron’dan, Madoff’a, Lehman Brothers’a, batık şirketlere kredi notu veren derecelendirme kuruluşlarına kadar dünyanın finans yörüngesini değiştiren şirketler milyonlarca kişinin evsiz, işsiz daha da önemlisi “geleceksiz” kalmalarına neden oldular. Bu işleri yapanlardan Madoff hariç hepsini bir restoranda otururken yan masanızda “pişmiş pişmiş sırıtırken” görebilirsiniz.

Teknoloji ve yapay zekânın teslim aldığı günlük yaşamımızı binlerce, onbinlerce kameranın dört bir yanımızı kuşattığı ve özel hayat gizliliği diye bir şeyin kalmadığı bir dünyanın içinde zaten hangi etik, hangi ahlak diye  sorabiliriz kendimize.

İnsanlığa “etik” aşılanabilir mi?

Koronavirüsün “Covid-19”markalısı 50 milyondan fazla insana bulaştı. Ölümlerin sayısı 1,5 milyona ilerliyor. İyi haberler de geliyor. Aşı çalışmalarındaki olumlu sonuçlar arka arkaya geliyor. “Umut” belirdi ufukta.

Bıkkınlık…

Çaresizlik…

Karamsarlık…

Karmaşa…

Ve “kaos” sanki bizleri terk edecek gibi.

Aşı sürecinin içindeki iki Türk göğsümüzü kabarttı. Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin sahibi olduğu BionTech insanlık tarihindeki önemli bir bilimsel buluşa imza attılar. Şirketleri 60 ülkede faaliyette. 1300’den fazla bilim insanı ile birlikte çalışıyorlar.

Bu güzel gelişmelerin hemen arkasında duran kritik soru daha ön plana çıktı;

Aşılar nasıl dağıtılacak?

Öncelik kimlere verilecek?

Kaç para olacak?

Aşı için gerekli soğuk zincir var mı?

Kaç defa aşı olmak gerekecek?

Yoksul ülkelere sıra ne zaman gelecek?

Toplumun hükümetlerine yönelik güven kaybı telafi edilebilecek mi?

Kısacası sağlık sisteminin “etik” kuralları nasıl çalışacak?

2020 yılına damgasını vuran koronavirüs küresel çapta koronakaosa  dönüşürken en basit korunma olan maske ve sosyal mesafe kurallarına uyum sağlamadığımızın bedelini her halde yıllarca ödeyeceğiz.

İnsanlık bir sınavdan geçiyor/geçecek!

Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) aşı ile ilgili diyor ki bu tür durumlarda üye ülkelerin altına imza attıkları (ABD hariç) tebliğler var. Bunlara uyulursa hakkaniyetli bir aşılama süreci yaşanabilir. Koronavirüs nedeniyle güncellenen bu yönlendirmelerin içinde aşının öncelikle sağlık çalışanlarına, huzurevlerindeki yaşlılara ve hastalanma riskinin yüksek olduğu kişilere yapılması öngörülüyor. Dünyanın önde gelen sağlık kurumlarının yöneticilerinin ve üniversitelerin aşılama çalışması ile ilgili ortaya koyduğu görüşlerin özünde meselenin “etik” boyutu sorgulanıyor.

Durum böyle olunca da; sistemin nasıl işlediğini açıklayan “şeffaflık”, karar süreçlerinde ortaya konacak olan “kapsayıcılık”  (İlgili her kurum ve kişinin karar süreçlerine katılımcılığı), kararların kayırmacılık olmadan, suiistimale yol açmadan herkes için “tutarlı” olması, adil ve hakkaniyeti gözeten  “hesap verebilirlik” ilkeleri ön planda değerlendiriliyor.

Koronavirüs ile ilgili etik sıkıntısı aslında yaşamın başka alanlarında daha sert ve acımasız bir şekilde yüzümüze çarpıyor.

Ne yazık ki bunlardan korunmak için “aşı” da yok!

Rüşvet, yolsuzluk ve suiistimaller mesela.. Adrese teslim ihale yönetmelikleri, para aklama yöntemlerinin yasallaştırılması, ırk ayrımcılığının binlerce yıl sonra bile hala yanı başımızda bir gündem olması hemen aklımıza gelen ve “aşıya muhtaç” alanlar. Hatta buna mutlaka içinde bizzat kendimizin bulunduğu “imar aflarını” eklemeliyiz.

Demokrasinin aşıya ihtiyacı yok mu?

 

DW

Demokratik toplum özlemi küresel boyutta en üst sırada. Son on yıl içinde dünyanın farklı köşelerinde yapılan seçimler sonrasında sokakların karışması, seçimlere hile karıştırıldığı iddiası ile yaşamın alt üst olduğu bir dünya düzeninde gerçekten “demokrasiden” söz etmek mümkün mü? İşte Belarus’ta, Kongo’da, Yeni Gine’de, Fil Dişi Sahillerinde son haftalarda yaşanan sözde “demokratik sürecin” televizyon ekranlarına yansıttıkları…

14 milyar dolardan fazla para harcanan dünyanın en pahalı seçim kampanyası ABD’nin durumu…

Demokratik süreçlerle koltuğa oturan diktatörler onların bu koltuğa oturmalarını sağlayan demokrasiyi birden “sevmez” oluyorlar! Ardından kendilerine göre bir “demokrasi icat etmekte” gecikmiyorlar!

İnsanlığın aslında bir “etik ve ahlak” aşısına ihtiyacı var.

Covid 19 belki de bize bunu öğretecek!

Henüz yorum yok.

Ne düşünüyorsun?

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir